The Sound Of Silence-Naomi SV
Yaşam Takımları™ sitesinden daha fazla şey keşfedin Subscribe to get the latest posts sent to your email. E-postanızı yazın… Abone ol
Gecenin yarısında, öğrenci evimizin kapısındayım, bir dolu hatıra ile yolu bitirmiştim. Fakültedeki bir eyleme katılmıştım. Riskli buldular ve evden gitmemi istediler. Sarı bir bavulum vardı. Hazırladım. O gece çıkıp gittim. Cebeci postanesi önünde durdum. Cebimdeki jetonla telefon kulübesinde sıra bana gelince, birkaç tanıdıktan birini aradım. Evin telefonu uzun uzun çaldı. Sıradakileri bekletmemek için kulübeden ayrıldım.
Issız bir gece oldu. Üzerime sardım, yürüdüm ısındım. Düşledim. Yoruldum, birkaç ağaç arasında durdum ve birkaç mırıltı dinledim kenarda sızmış insanlardan. Telefonunu aradığım arkadaşın evine gittim. Kapıyı çaldım uzun süre. Açan olmadı. Eşikte oturdum. Bir adam geldi. Kapının eşiğinde oturan bana doğru “sorulu baktı”
Arkadaşlarım taşınmışlar. Ayrıldım. Parkın birinde oturdum. Üşüdüm. Yürüdüm daha fazla yürüdüm. Tekrar postanedeki telefon kulübelerine doğru yürürken, yolda azalan insanlar arasında birkaç tanıdık yüz aradım. Bulamadım.
Bir başka arkadaşım uzakta Ulus’ta zor bela hatırladığım bir evdeydi. Gece ikiye gelmişti saat. Kapıya vardım. Gecekondudan dönüşme bir evdi. Dışarıya hafif bir ışık sızıyordu. Yarım perde arasından gördüm onu. Cama tıklattım. Kapıyı açtı. Bavulumu görünce anladı. “Yine mi?” Yine ayrılmıştım.
Aynı odayı üç kişi paylaştık. Kitaplarımı çıkardım. Eski bir kitaplığın rafına dizdim. Kahvaltı da melemen yaptık. Fikirlerimi ve hedeflerimi paylaştım. Çok tehlikeli dediler. Buradan da ayrılmam yakındı ya da git demeleri!
Kızılay’da Zafer çarşısı yanında bulunan Adil İşhanı’ndan birkaç koli kitap aldım. Tezgâhımı kurmak için kaybolurcasına ara sokaklarda gezindim. Kitaplar korsan kitaplardı. Polis bunu biliyordu. Müşteri de biliyordu. İşin kötüsü vicdanım da biliyordu. İdealimdeki kişiden çok uzakta duruyordum, kaldırımlara kurduğum sergi başında. Sahte kitapları düzelten ellerim üşüyor. Aslında yapmazdım böyle bir işi. Şimdilik sadece geçmişte kalacak önemsiz bir iz diye düşündüm. Geçici bir taviz bulutu başımdaki. Islanmadan gideceğim buralardan o güneşli gururlu sabahlara. Korsan bir kitabın açılan sayfa arası bir paragrafta bana mesaj veren rüzgâr mıdır? Yoksa rüzgâra karışıp gelen bir iç sesleniş midir?
“İşinde sahte bir şey varsa, asıl sorun senin sahte iş yapman değildir, işin giderek seni sahte yapmasıdır.”
Telif hakkının kapitalist bir baskı olduğuna, kitapların ucuz olması gerektiğine, “müşterisiz meta zayidir” sözünde olduğu gibi, pahalı oluşundan dolayı az satılanın değerli olmayacağına, rağbete müsavi için korsanın meşru olduğuna inanmaya çalışarak rahatlıyordum… Ulus civarında katlı pazar yerinin girişinde sergimi açtım.” Çavdar Tarlasında Çocuklar” kitabı bugün ilk satılan oldu. Genç bir adam “Simyacı” istedi. Mutlaka biri isterdi. “Yüzyıllık Yalnızlık” kitabı ile buradaki sergiyi kapattım. Bir yerde en fazla 2 saat kalabilirim. Her ne kadar polis korsan kitapçılık için göz yumuyorsa da bu işi cüretkârlığın ukalalığında yapmamak gerekirdi. Saman pazarı civarında eski tuğladan yapılmış duvar dibinde sergimi yeniden açtım.
Mavi elbiseli bir kız kararsız göz hamleleriyle sergime baktı. Rahatça bakması için biraz geri çekildim. Kitaplara yaklaştı, tek tek üzerlerinde gezinen bakışını izledim. Richard Adams’ın “Watership Tepesi” kitabını eline aldı. O kitabın yayınlandığı tarihten bugüne 50 milyon sattığını duymuştum. Dünyada en çok satanlar listesinde ilk 30 arasındaydı. Yarıya kadar okumuştum. Kitapta bireyciliğe ve bencilliğe karşı çıkan tavşan yeni yaşam alanı arıyor, masumiyeti ve fedakârlığı yüceltiyordu. Kız bakışını kitabın üzerinden kaldırdı, bana doğru baktı, o sıra berrak bir suyun içine düştüm. Sesini duydum. Tekrar duymak için çırpınan cümlelerim oldu. Kitabın fiyatını sordu. Keşke tüm kitaplarımı hediye edebilsem… Tedirgin oldum. Fiyatı söyleyince… Çok düşük olmasına şaşırdı. Korsan olduğunu başka bir biçimde anlattım. İçimde ekşi bir tat, kekremsi bir şeyler bıraktı…
Mavi elbiseli kızın kader çizgime bir kez daha değmesini bekledim, hep aynı duvarın dibine kurduğum kitap sergisinde… Bir hafta geçmişti. Beni tanırsa hiç sevmeyeceğini düşündüm.
Öğrenci eylemleri nedeniyle fakülteden atılmak üzereydim, parasızdım, ciddi anlamda iletişim kurma sorunları yaşıyordum. Öğrenci evlerinden kovuluyordum.
Katı çizgilerim ve keskin çıkışlarım vardı. Bir sevgi için çok zor bir insandım.
Yaşamın trajik yanını hatırlatan romanların verdiği “kabullenme” duygularının tesirinde kalmazdım. Bazen yaşamın bensiz bir yazgı olduğunu, bazen bu yazgının içinde Beydaba’nın Kelile’si olduğumu düşünüyordum.
Yaşamak istediğim düşlerimdeki kişilikten uzakta olmak mı öfkeli yapıyordu? Yoksa düşlediğim yaşamı kurma umudumun arada bir beni terk etmesi mi? Belki ikisi de.
Düşüncelerim beni düşler ve ideolojiler arasında bir kavgada tutuyordu. İsterdim ki gitmek istediğim yeri göreyim. Farkındaydım. Milyonlarcası olan aynı günleri tekrar etmenin bedeli, kendin olma bedelinden daha ağır olacaktı. Kendimi gerçekleştirmenin öyküsünde doğruca ufkuma gitmek istedim ve bedelini ödemek her ne ise… Simyacı gibi kendi öykümü sürmek istesem kaç ay görürdüm, vazgeçmeden.
Bir liman düşledim. Şartlarımdan bağımsız. Mesleklerden, elimdekilerden, yanımdan yöremden hatta benim fikirlerimden bile bağımsız. Sınırlarıma göre düşünürsem, limanım küçücük kalırdı.
Düşlerime göre sınırlarımı çizebilmeyi öğrenmek istedim. Ve sevmezdi hiçbir düş; etrafı çizilmiş yolları, özgürce ağaçları kondurdum. Kitapları dizdim. Bir sayfa dolusu düş parçası işte, dost yapıştırdım kıyısına köşesine, bir gezgin çantası ilişti ortaya, melodiler serpiştirdim, sevginin en dokunulmamış yanlarını, yayla, kekik, çöl, guggu çiçeği, kutup ve Çoban Yıldızını yerleştirdim.
Saatleri satın alınmış bir ömür istedim. Bahçemde dostlarımın kalbine ziyafet çekebilmeyi sevimli ve sevdiği bir aile ve sevinçli sabahlar, konuşmalar, yazılar, yol arkadaşları, zafer anları, okyanus gibi kalp, gökyüzü gibi göz çizdim.
Daha sade düşündüm, hiç karmaşık olmayan; bu limana giden gemi doğru gemidir. Bu limana akan su doğru akarsudur. Bu limana esen rüzgâr doğru rüzgârdır. Bu limana gitmeyen yaşam benim yaşamım değildir. İşte benim düşlerim, bana ait olan öyküm, içimdeki akarsu, istediğim yaşam resmi, doğru aracı, doğru hamleyi yaparak, düşlerin yitik geçitlerinde bırakmayacağım düşlerim ve düşlerime giden gemilerin güvertesinde uçuşan kanatlarım… Gün be gün ışıldayan yarınım…. Ödenecek tek bedelim var; bunları gerçekleştirmek için paha biçilmez özgürlüğüm…
Kitaplarımın üzerinde titreşen bakışlarım onu arıyordu. Bir olasılık vardı. Bir tekrar fırsatıydı; mavi elbiseli kız. Aynı köşeye serdim tezgâhımı, aynı saatte. Çıkıp geldiği yola baktım, bakakaldım. Neden gelsin ki tekrar… Ve gelmedi. Ertesi gün aynı saatte, aynı yere… Kitaplar serildi, kaldırıldı, hiçbir müşteri dalgınlığıma aldırmadı…
Haftalar geçti, ay doldu, kalbimde üfleyerek serinlettiğim bülbül başını eğdi, gül soldu… Yine aynı yere aynı saatte kuruldum… Mavi elbiseli kız çıkagelir diye… Sebebi kendisinden bağımsız bir çark gibi döndü aşk. Üç ay geçti. Hiç vazgeçmedim…
Aşk ile düş arasında bir benzerlik gördüm. Aklın ve gündeliğin adanmışlığını yaşadım. Dünya elimde bir maşa… Karıştırdım kor içinde, ilk kez mi kendi içime kör bir aşık gibi yakından bakıyordum yahut düşlerimi en iyi anladığım bir yörüngede mi tutulmuştum… Tutuverdim Mecnun’un hırkasını; aşk gibi düşlemeyi ve aşk gibi doğmayan düşlerin yaşamayacağını öğrendim…
Yine öğrendim ki, kendimden vazgeçemezdim. Don Kişot ’tan vazgeçebilirdim. Hamlet ’ten, Hüsrev’den, Battal’dan… Yazılan tüm kahramanlardan vazgeçebilirdim. Oysa insan yazgısını kendisinin okuduğu kahramanlığından vazgeçemezdi. Okuyup öyle atamazdım kendi öykümü, sonuna gelemiyorsun, ben başlatmadığım gibi ben bitiremezdim… Mükemmel olmadı diye kenara itemezdim. Bir tek şey yapabilirdim. Kendi kalbimi takıp yerine, düşlerime ayarlanmış öykümün yazgısına dokunabilirdim, izin verildiği ölçüde… Kendimle devam etmeyi kabul ederek…
Ah cümleler insan ruhunda günbegün büyüyen anlamları nasıl anlatır. Rutin cümlelerden çıkmayan, ilham perisinin kanatlarında havalanmayan, hiçbir kalemin henüz çizmediği düşleri görmeyen sözlere takılır, bilen, gören sessizce bırakır dili, tüm sözler geride kalır, serapa insan kifayetsiz kelimelerle vedalaşır… O geriye hiç bakmadan, bakışını ve sesini ve de kitabını alarak gitti. Aşık oldum. Acıyla doldum. Düş kurdum. Gözlerine dünyayı çizdim. Sesini tekrar ettirdim belleğimde defalarca. Aşk ile başka bir kişilik daha katıldı bana. Yaşamın seyrini değiştiren, müdanası en derin ve en keskin eğiliş… Tüm gurur kulelerimden bir ses duyuldu;
“Beyhude tutma küreği… bu nehir çoktan parçaladı kayıkları”
Aşkın masum bir çocuğa benzediğini gördüm. Ulu bir kelimeydi önce, mekânların gürültüsünde büyüsünü dağıttılar, içinden cismi damıttılar. İnsan içinde tohumu olmayan hiçbir şey kendisinde yeşermezmiş. İçinde yeşermeyen kelimelere sığınırmış. Öyle ya kalbinde düşlerin sarayını bulan hiç sarayları anlatır mı? Anlatıyorsa ya taşmıştır ya boştur. Aşkın arada bir yeri yoktur. Düşlerin arada derede gerçeğe giyinemediği gibi.
Abidinpaşa’da Hicret isminde bir kitapçıya uğruyordum akşamları. Arada Taner ismindeki elemanın yerine bakıyordum. İşin İçinde kitaplar olması harikaydı. Müşteri olmadığında okuyorum… Düşler kuruyorum, düşlerimi yan yana koyunca birini öne diğerini arkaya alıyorum. Biraz gerçeği, daha çok düşlerde yaşıyorum.
Taner, diğer kitap kırtasiyenin bir başka şubesinde çalışıyor. Gönlümüze bir bağ indi, bağlandık. Akşamları yürüyoruz. Hiç durmaksızın konuşuyoruz. Büyük bir anlam arayışımız var … Hem Ankara geceleri soğuk olur, kurutur ellerin nemini. Dostluğu bilen insanların avuçları nemli kalırmış, tuttukları ellerin çokluğundan.
Günlerden hangisiydi bilemem. O gün başkaca hiçbir şey kaydedilmedi belleğime. Yeni gelen kitapları yerleştiriyorum, birkaç basamaklı merdiven üzerindeyim. Sırtım kapıya dönük… İşyeri sahibi kasada oturuyor. Birkaç kız içeri girdi, kitaplara baktılar. İçlerinden biri “Epiktetos ’un konuşmalar kitabı var mı?” diye sordu. Sahaflardan dönüşte yanıma aldığım kitaplar arasında bu kitap vardı. Yeni baskısının olacağını sanmıyordum. İşyeri sahibinden hayır yanıtı alan kıza döndüm size yardımcı olabilirim, bende var… Dedim.
Merdiven düşmedi. Ben düşlerime düştüm. Dizlerime vuran sarsıntı sesimi kesip biçti, yeryüzü kavisli dönüşlerle kalbimi götürdü.
Mavi elbiseli kız beni tanımış mıydı? Kaygı, kararsızlık, çırpınış ve safça birkaç sığıntı kelime; geveledim, tutunmak istedim. Bir cümleyle bir yol aradım gözlerindeki kanatlara, kelebek kanadında ıslandım, tüy gibi uçuverdi aklım. Sanki düşlerimin tam da içine düştüm.
Çekingen bir ifade ile “olabilir” dedi. Kitabı hemen getirebileceğimi söyledim. O kadar acele ettim ki, bende bıraktığı korla işlenmiş parça karşılığında benden de ona bırakılan bir şey olsun istedim… Gece kitabın sağına soluna, altına üstüne yazdım. Her boşluğu yorumladım. Aşkın dili ile felsefenin gözlerine mil çektim.
Güneşin gelişi gerçekleşmeden kalktım. Yürüdüm… Seher yürümek için ne güzel bir zaman.
Fırının kapısında durdum. Pişmiş tahılın kokusunu nefsime çektim. Birkaç simit aldım, paylaşmak için yolumu eve çevirdim. Sabahın kuşları dallara kondu. Müjdeli mektuplar bıraktılar, şarkılarındaki terkibi anlayacak kadar neşeliydim. İnsan neşeliyken daha bir başka anlarmış duyduğunu. Sabah ve kuşlar anlamak için ne güzel bir imkân.
Saatler miydi geçmek bilmeyen, günler mi? Geldi, kitabı verdim. Bekledim. Kitabı geri vermek üzere geleceğini biliyordum. Taner takip edip, bana adresini verdi. Uzun bir mektup yazdım. İçinde “seviyorum” kelimesi dahi yoktu. İyi bir sevgi, lisanını gözlerde bırakırmış.
Evine okul dönüşü gittiği sokakta bekledim. Tepeye çıkan bir sokaktı. Duvarın üzerine oturdum. Başımı eğdim. Tanımadı. Geçti. Tam bir yıl geçti. Ben başımı eğdim. Sadece geçtiğini bildim. Kalbimi eğittim.
Biz üç sıkı arkadaştık Kitapçı da buluşan. Zekeriya, Enes ve Taner. Mavi elbiseli kızın arkadaşı tanımış beni. Aramızda konuşma olmasını istedi. Bir süre sonra arkadaşım Enes ile mavi elbiseli kızın arkadaşı nişanlanacaklardı.
Zekeriya ve Enes, mavi elbiseli kızdan bana haberler getiriyor ve herkese benim sevgimden söz ediyorlardı. Öyle ki tüm Abidinpaşa duymuştu…
🍃🍃🍃 devamı
Yaşam Takımları™ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Teşekkürler 👏👏👏
Teşekkür ederiz bünyamin bey cok guzel bi sayfa
Öncelikle çok teşekkür ederim özelinizi örnek aile oluşumunuzu dünün ve bugünün edep saygı ile ne güzel inşaa edilen bir geçmişten bugüne olan koskoca bir 5aşam takımının mimarları mavi elbiseli kıza önce selam olsun onu çok seviyorum iyikşlerimden biri dünü bugünü harmanlayıp paylaşım yaptığınız için teşekkür ederim saygılar Bünyamin Efe kardeşime teşekkür ediyorum
Yaşamın güzellikleri arasındadır sevgi…
Ben büyük bir imtihanla gelir ki edebin rengini bilenler içindir aslında…Çok naif bir hikaye…Günümüzün yıkılan değerlerine melhem olabilcek çok değerli bir sayfa…Teşekkürler ustam