Sedir Kokulu Kervanlar

Yaşlı sahafın dükkanında eski kitaplarla birlikte yaşayan türlü türlü eşyalar, kum saatleri, mercekler, zemberekli saatler ve ne işi yaradığını bilmediğim sarkaçlar arasında daldığım hatıradan geriye geldim. Arkada küçük masa üzerinde kurtların kemirdiği el yazmaları için ilaçlar, kalemler mürekkepler fırçalar karalanmış saman kağıtları ve el fenerleri ile keşmekeş olduğu kadar eski bir hikâyenin sihrini taşıyordu.
Her daim hissettiğim kokunun sedir ağacı olduğunu unutmayacağım. Kıvrımlı dumanlar üst raflara doğru tırmanıyor antik eşyalar arasında saklanmaya çalışıyordu ki buradaki her eşyanın bir hikâyenin izi olduğunu gördüm. Bundan ilham aldığımı ve bir gün böyle bir şeyi yapacağımı söyledim. Yaşlı sahaf “ilham mı heves mi?” diye bir soru işareti sıkıştırdı araya. Kitaplık kenarlarında asılı tablolardan birini işaret etti. Bir Kil tabletin çok eski bir fotoğrafıydı. “Hikayemizin izi” dedikten sonra iki fincan çay daha doldurmamı istedi, buhar içinde kalan demlikten.
“Heves ilham arasındaki farkı nasıl bilirsin” diye sormuştum. Düşlerin yedi ağacından biridir İlham. Düşlerin ustasından öğrendiğim kadar anlatayım sana, Merakla tanışmak istiyorum, Elbette tanışacaksın, doğru bir merakın varsa. Hikâyeden önce bugün ilham ile merak arasındaki bağı konuşalım istersen.”
Düşler ile gerçek arasında yedi ağaç büyütmen gerekir. Bu ağaçlardan ilkidir “merak”. Hiçbir başarı planı merak işini çözmeden sonuç vermeyecektir. Neyi merak ediyorsun? Daha çok neyin merakı içindesin? İki meraktan biri ile besleniyorsun. Çeldirici merak ya da keşfedici merak. Birinde öğrendiğin şeylerin sana bir yararı olmayacak ama zararı olabilir ki bunlara marazi merak da denilebilir. Diğerin de seninle yarına gelen ve yarınını inşa eden bilgiler vardır.
Merak keşfedici olduğunda ilham kaynakları görünmeye başlar. Merak marazi olduğunda insan anlık zevkler ve keyiflerle şimdiyi yaşar ve şimdiden ayrılınca yanında götürebileceği hiçbir şey bulunmaz. İşte insanın ilk ağacı. Neyi merak ediyorsun? Elmanın tadını mı? Yoksa Elmanın nasıl yaratıldığını mı? Marazi ya da keşfedici! İşte senin yazgını belirleyecek. Hangisinde yaşıyorsun? Zihnin neyi bilmek istiyor? Neyi merak ediyorsan yarın onu bilmekle kalmayacaksın onu yaşayacaksın? Merak sadece bilmek istemek değildir, merak ettiklerin yaşamına davet ettiklerindir.
İşte delikanlı! Bu merak var ya keşfeden olduğunda keyiflerin yerini derin hazlar alır. Zihninde bu hazzın köklerini bilme ve insanlara anlatabilme isteği yer alır. Meraktan derin hazlara, hazlardan ilham dediğimiz “düşünce ve kalbin ortak eserlerine” geçiş yapılır. Marazi merak sahipleri ilham alamazlar ve veremezler. Çünkü onlar anları tüketir ve zamanın içini boşaltırlar. Günün birinde geriye döndüklerinde “hiçbir iz kalmamıştır, ilham veren bir hikâyeyi arayıp bulabileceğin”
Anı yaşamak değil mesele! Anların farkında ol! Anların da içinde olduğu daha büyük bir şeyi yaşa! Geçmişin iyi anılardan nefes al, şimdiye nefes ver, yarına yürü! Bütünü yaşa! Neyi merak ediyorsun? Yarın olduğunda ondan fazlasını bulamayacaksın?
Merak ilhamdan önceymiş. Yaşlı sahaf anlattığında o gün çok dikkat edemedim. Ben anlatacağı hikâyeyi merak etmiştim.
Çöllerin birinde uzak bir tarihte Asurlular zamanında Kanes adında bir kent vardı. Bu kentte Tamkarun diye çağrılan bir tüccar yaşıyordu. Tüccar zengin olmuştu. Etrafındakiler de zengin olmaya başlamıştı. Tüccarın etrafındakiler kralın etrafındakilerden daha zengindiler. Kralın komutanlarından biri bu zengin tüccar hakkında kralı uyardı. Bizim güvenliğimiz altında, bizim de payımız olmalı yaptığı işlerde dedi. Kral pek umursamadı önce. Çünkü tüccarlar sayesinde kent gelişiyor, yeni kentler kuruluyor, uzak ülkelerin türlü türlü malları kervanlarla şehirlerine geliyordu. Mısır şehirlerine pek gitmezdi bu kervanlar. Mısır da firavunlar kervanların mallarının yarısına vergi olarak el koyuyordu. Mısırda kralların taştan anıtları yükselirken, Asur ülkesi dükkanlarla genişliyordu. Asurlular ’da zenginlik Mısır da Roma da korku yayılıyordu. Kral Tamkarunu bir zaman sonra sarayına çağırdı. Ona zenginliği sordu?
“Benim etrafımdakilerden daha zenginsiniz bu nasıl oluyor dedi?”
“Zenginlik tüccarlarda olmalı kralım” dedi Tamkarun. Kralın komutanı sinirlenir gibi oldu. Kral öğrenmeye meraklıydı. Başarılı insanları dinlemeyi severdi. “Neden?” diye sordu.
“Çölde kervanlar konakladığında, geceleri ay ve yıldızlar altında anlatılan hikayeleri bilir misiniz? Şehirleri ipek, gümüş, baharat ve altınlarla dolduran bu kervanların hikayecileri ne anlatır bilir misiniz?”
Yaşlı sahaf hikayesini burada dinlendirmek istemişti ki, istersen önce sen düşün? O kervanların hikayecileri ne anlatıyordu? Sedir kokusu azalmıştı. Tekrar yakıverdi.
Ertesi günü bekledim devamı için.
Geceden tavana astığım resimlerim sabah bozulur, pencereyi açınca kanatlanır içindeki düşlerim, uçar kaybolurlardı gün ışığında. Herkes gibi dönerdim günün getirdiklerine. Ayrıldığım da yaşlı sahaftan Abidinpaşa’daki öğrenci arkadaşlarımın evine giden yolda buldum kendimi. Altı kişilerdi. Bir gün ara ile tonla laf biriktirirdik birbirimizi ısıtacak. Yokuşu bitirene kadar neler olurdu neler. Yaşadıklarımın içinden beni avutan onca şeyi, deli gibi akan akşam trafiğini takip eden kaldırımlarda bulurdum. Montaigne’in fikirlerinin at sırtında uzun yolculuklarda filizlendiğini, yolculuklardan sonra derin eylemci fikirlerle döndüğünü henüz okumamıştım bile. Bilseydim daha çok yolculuk yapar, dönüşte biriktirdiklerimi sakin ortamda kaleme düşürürdüm. Sessiz ve hareketsiz bir ortam ancak bir hareket sonrasında yakaladıklarımızı yerli yerine koymak içindi. Yaşamıma uğrayan her zorluğu başka türlü görmek için bu yokuşa sürerdim, kendimi…
“Hiçbir şey kendiliğinden ne o kadar üzücüdür ne de zor. Bizim gevşekliğimiz, güçsüzlüğümüzdür ona bu niteliği veren. Büyük ve yüksek şeyleri görebilmek için onlara göre bir ruhumuz olması gerekir; yoksa kendi çamurumuzu görürüz onlarda. Doğru bir kürek suda eğri görünür. Önemli olan bir şeyin görülmesi değildir yalnız, nasıl görüldüğü de önemlidir.” Michael de Montaigne
Kervanların hikayecileri neler anlatıyordu ay ve yıldızların altında? Gece arkadaşlarımın sohbetine bu soru nedeniyle kendimi pek veremedim. Geç bir saatte ayrıldım, evime doğru yürüdüm. Yıldızlar altında değildim. Şehrin ışıkları yıldızları boğmuştu. Her insan kendi hikayesinin anlatılacağı bir geceyi bekler. Yıldızsız bir şehir gecesi olmayacaktır bu.
Başka insanların zamanından kaçıran bir trene atlamak gibidir, yalnız yürüyüşler. Belki de herkes herkesten sıkılıyordur ve treni de kaçırmıştır. Öyle ya çöpçüsünden amirine, serserisinden öğretmenine, balkon ipinde çamaşır sergisi yapanından pazarcısına varana kadar herkes yaşam reçeteleri dağıtır, hiç durmaksızın mutluluğun ilacını içirirler. Arada bir insansız kalmayı bu yüzden çok özlerim.
Gerçekliği olduğu hal ile tanıma fırsatı bulurum. Başkaları olunca gerçekliği daha kolay reddederiz, değiştiririz, savunuruz bozarız. Başkaları olmadan da olmayacaktı elbette.
Gerçekleri olduğu hal ile kabul etmiş olsam da bir sonraki gerçeğin değişmeyeceğini bilsem ve yıldızlı bir kurgum olmazsa bir hummaya yakalanırdım. En çok da kendimle ilgili korkunç varsayımda bulunmamak için isterdim başkalarını hayatımda. Kendimizi zamanın sanki başlangıcı ve sonu saymaya meyilliyiz hem de merkezinde sayarak. Ya içimizdeki hiçlik?
Birilerinin onu doldurması karşılığında teslim olmaya ne çok ihtiyacımız oluyor. Yine de kolektif akıllara ve kurtarıcı ruhlara teslim olmak istemedim. O hiçlikte başka bir şeye tutunmak istedim.
Bir tür heyecan bir başka tür merak. Beni ne itecekti gerçeklerin üzerinden heyecanlarım askıya alınmış olsaydı. Ya merakım alınsaydı, hiç şüphesiz soluk bir zaman kalırdı geriye.
Tüm mekanları tutuşturan ateşliliğim en az topraklığım kadardır. Tutkularım bir ateşin üzerinde kaynamakta ve dekoratif düşlerim akmaktadır dünyaya doğru.
Bu benim ezgim, benim başkalarına karşı sessizliğimden çıkan sesim. Evrenin en gevezesi insan ne çok seviyor ötekiler adına konuşmayı. Düşlerinden başka her şeyin sahte olma olasılığı bu salgındandır işte.
Düşler sadece beni temsil eder ve beni ifade eder. Başkaları olduğunda ne kadar duygularım artıyorsa o kadar da gizlediklerim, değiştirdiklerim artacaktı. Sürekli kalabalık kalsam bir süre sonra kendime baktığında ürkerdim, başkalarına sunumu yapılmış insanlığımdan.
Ay ve Yıldızlar altında bir hikâye vardı. Bir kervanda parlayan keselerin içinde altınlar gümüşler vardı. Kervanlar bir ırmağa benziyordu. Dünyanın tüm keselerinin içi mutlaka boşalırdı. Kervanlar arkası kesilmeyen ırmaklara benziyor ve keseleri yeniden dolduruyordu.
Kanes ve Babil şehirlerine uğrayan kervanların hikayecilerinden Hayani’den öyle şeyler anlatmış ki Tamkurun, Asur Kralı Puzur, sarayda biraz daha kalmasını ve hikayeciyi de sarayda görmek istedi. Tamkarun kendisini şikâyet eden komutanın baş vezir olmak istediğini öğrenmişti. Tamkarun saraya meşhur hikayeci Hayani’yi davet ettirdi.
Hayani büyük bir hikayecidir. Hikayesine güneşle başlarsa, bilgeliği anlatır, ayla başlarsa aşkı anlatır, yıldızlarla başlarsa zenginliği anlatır. Yıldızlarla başladı hikayesine.
“Gökyüzünün karanlığında çöle doğru akan yıldızların parladığı geceyi ilk siz yaşamayacaksınız, atalarınız krallarınız onların da ataları karanlığın içinde bu yıldızları buldular. Sizlerden sonra gökyüzünde dolaşan bu nehirler akmaya devam edecek. Sizler gittikten çok sonra, adınızı hiç kimse hatırlamadığı günlerde bereket ve bolluk bir yerlerde hala akıyor olacak. Duymadınız mı gemilerin efendisi Tir Kralı neden gezgin bilge ve tüccar Kinha’yı seçti kendisine baş vezir olarak.”
Yaşlı sahafın dükkanında buhurdanlardan çıkan duman ve çay dumanı birlikteler. Bir düşün gerçeklere meydan okuyan hikayesini anlatıyordu. Hikayesinde hikayeci Hayani Tir Kralı ve Kinha’yı anlatıyor Asur Kralı Puzur’a. Kralların baş vezirleri ya komutandır ya da tapınaktan gelen bir din adamıdır. Tir kralının baş veziri bir tüccardı. Puzur Hayani’ ye sordu.” Neden?”
Kinha Tir Kralına halkınızın geleceğini merak ediyorsanız, onların düşlerine bakın demişti. Düşler bir halkın geleceğini ele verir. Eğer bir yerde düşler varsa orada özgürlük vardır. Özgürlük varsa bolluk ve zenginlik olacaktır. Kölelerin ve yoksulluğa mühürlenmiş insanların düşleri yoktur kralım. Özgür olmayan insanlar gerçeklerin sonsuz bir çizgi olduğuna inanır. Özgür insanlar merak ederler, ilham alırlar ve yaşadıkları gerçekleri düşleriyle değiştirirler.
Yaşlı sahaf eski sayfalar arasında şimdiye sızıveren bir soluk yakaladı, bir hikâyenin içinden bir hikâye daha çıkıverdi. Kinha bir hikâyeye başladığında ay büyümüştü bir geminin yelkenleri arasında, kızıldı, yanıyordu yakmıyordu, tutunuyordu tutmuyordu.
Kral ülkeye bolluk getiren fikirlerin sahibi Kinha’nın tüm bunları nasıl deneyimlediğini öğrenmek istediğinde Kinha; “mağripli bir köle kızdan öğrendim” Bir köleden ne öğrenilebilirdi ki…
“Hemera olduğunu söyledi adının. Bu adı ona efendilerinden biri vermiş. Pithom şehrinde annesi bir köleymiş. Olgunluğa erişince onu annesinden ayırıp köle pazarına götürmüşler. Kölenin ne olduğu hakkında hiçbir şey bilmez. Köle olması gerektiğini bilir, öyle inanır”
Onu iki balıkçı ortak olarak satın almış.
Her ikisine birden hizmet ederken, bir gün bir tüccar onun gözlerindeki mısır mavisini görmüş. Saçlarından aşağıya doğru güneşin pırıltısı akıyor, gamzeleri Nilin sularını yumuşatıyormuş.
Tüccar Hemara’yı onlardan satın almak istemiş. Balıkçılar pek memnunmuş Hemaradan. Böyle güzel bir kızın pis kokan bir kulübede hem de iki çirkin balıkçının hizmetinde olmasına sinirlenmiş ama belli etmemiş Tüccar. Fazladan 13 altın ödeyerek satın almış. Ne var ki yolda Kimmeryalılar tarafından tüccarın kervanı yağmalanmış. Tüccar öldürülmüş. Köle olarak bir vahşinin atının terkisinde kuzeye doğru gitmiş.
Soğuk çadırlarda, kaba hayvan derileri içinde çetin bir kıştan, kurak yazdan sonra, işkencenin her türlüsünden sonra, ruhunu tamamen kaybettikten sonra hasta ve zayıf olarak bir bahara zor çıkmış. Ona çok çirkin işler yapmışlar. Bir hayvana bakar gibi, besler gibi…
Kimmeryalı Vahşi adamın buğdaya ihtiyacı olunca Hemera buğday karşılığında Lidyalı paralı bir askere satılmış.
Hemera kendisini satın alan paralı askere kölelik yaparken henüz 18’ine yeni girmiş. Paralı asker savaşta ölünce, onun şehirdeki karısı tarafından Asurlu bir tüccara satılmış. Hemera bana bundan sonrasını şöyle anlattı.
İyi bir insan olarak tanıdım onu, ben bir köleydim. Soğuklarda giyinmek, mideme bir parça yiyecek girmesi için yaşıyordum. Tüccar bana iyi davrandı. Bana güzel kıyafetler aldı, onun evinde türlü türlü meyvelerin tadına baktım. Bir gün beni sevdiğini söyledi. Bana hiçbir erkeği sevdin mi diye sordu. Ben bir köleydim. Köle doğmuştum. Sevmeyi bilmezdim ben. Asurlu Tüccar beni sevdiğini söyledi. Bana sevmeyi öğretmek istedi. “Neden seviyorsun ki zaten hizmetindeyim. Ben ne istersen onu yapabilirim. Sevmek söylediğini yapmayan özgür insanları kandırmak için diye” bilirim dedim. Tüccar sevmeyi anlatmaya devam etti. Anlatabilmek için bana hiç dokunmadı. Ben bir köleydim oysa. Sevilmeden dokunulurdu bana. Günlerce bekledi.

Ben öğrenememiştim. Kölelerin bildiği tek şey, yemek, giyinmek ve söylenilenleri yapmaktı. Asurlu Tüccar bir hummaya tutuldu ve kısa bir zaman sonra öldü. Üzüldüğümü fark ettim. Köleler duyguları pek bilmezdi. Öğrenmişim. Bedenime ıstırap veren bir şey olunca ancak ağlardım. Tüccar ölünce içeride bir şey beni ağlatıyordu. Başka türlü bir acıydı bu. İlk kez duyuyordum. Kölelerin duygusu olmazdı. Gözyaşlarım ilk kez bana içeride bir oda açıyordu.”
Asurlu tüccarın ölümü üzerine gelenler arasında bir akrabası ona bir mektup verdi. Efendisi onu çok uzun zaman önce özgür bırakmıştı. Şöyle yazmıştı.
“Hemera’nın düşleri yok. Köleler meğer düşlemezmiş.” “Eğer düşleyecekse sadece özgürlüğü düşleyebilir. Özgürlükten sonra her şeyi.” O bana Mısır ile Asur şehirleri arasındaki farkı anlattı.
Mısır şehirlerinde insanlar kazanmak için tapınak ve saraylara doğru bakar, zengin Babil ve Asur şehirlerinde pazara kervan yollarına doğru bakarlar. Bolluk ve zenginliğin ticaret yolları üzerinde olduğunu bilirler. Tapınaklar ve saraylar ticaret yapan insanların malları üzerinde ortak olduklarında ve kendilerine yakın olanlara zenginliği paylaştıklarında insanlar zengin olmayı değil, tapınaklara ve saraya yakın olmayı düşler ki bu zenginliğin yerine sefalet getirecektir.
Sevgili kralım beni iyi dinleyin. Kinha hararetle anlatıyordu. Hikayeci Hayani daha da hararetliydi. Ankara zafer çarşısında yaşlı sahafın arada çayını tazeliyordum tüm kadim tarihi ve bilgeliği bana aktarmak için çırpınıyordu.
Sevgilim kralım dedi Kinha!
Hemera ile ben tanıştığımda o özgürlüğüne kavuşmuş bir köleydi. Bana özgür bir insan olarak düşlerini anlatmaya geldi. Onun düşlerinde tir krallığının gemilerinden fazlası vardı. Güneşin altında kervanların üzerinde parlayan gümüşlerden ve altından fazlası vardı.
Onun düşlerinde yalnızca düşlemeyi öğretmek vardı…Düşlerin kraliçesi gibi göründü bana.
Tek şey öğretiyordu ve tek şey söylüyordu “Özgür değilsen her şeyi bırak, sadece özgürlüğü düşle! Onu almadan başka hiçbir şey ile meşgul olma!”
Kimlere mi? Tüm kölelere…Kimdir köle?
Giyinmek ve yemek uğruna çalışan herkes.
Asur kralı Hikayeci Hayani’yi dinlerken… evet dedi insanlar bolluk ve zenginliği tapınaklarda ve saraylarda değil pazarlarda yollarda uzaklardaki şehirlerde, o şehrin bilinmedik insanlarında görmeli ve Pazarlar daha fazla özgür olmalı… diye tekrar etti.
Yaşlı sahaf bana doğru baktı… buhurdan sönmüştü, çaylar yenilenmedi… Özgür müsün diye sordu?
“Bilmiyorum” dedim…
Özgürsen her güzel şeyi hatta bilgeliğin verebildiği her şeyi düşleyebilirsin, özgür değilsen sadece özgürlüğü…