Bölüm 4 – Sinerrem ve Uzun Gelincik

       Bütün bir mevsimi zihnini göstermek üzere kendini bekleyen Ustası yerine mor gözlü kelebeklerle geçiren Uzun Gelincik takvime bakıp gülümsedi. Bir kaçış planı yapmıştı. Ağustos ayında izin verilmemişti ona. Tıpkı Sinerrem gibi. “Aladağlar’a gitmek istiyorum! “dedi. Öğrendiği bir şey vardı. “Zorundayım” demedi. “Gitmek istiyorum” dedi. İstiyorum demeye başlayınca engeller buharlaşmaya başlarmış. Uzun gelincik engelleri kaldırdığı sırada ülkenin kuzeyinde yaşayan Sinerrem heyecanla eşyalarını topladı ve hemencecik yola düştü. Kalbindeki revnakle çalışmış ve yeni bir takım kurmuştu. Herkes yeni Çepni timin doğuşunu görecekti. Usta time bağlı bir tim olarak bu kampta büyük bir sürpriz hazırladılar. Çakmak tim bu sefer tek konuşulan tim olmayacaktı. Beş arkadaş katılacaklardı. İçlerinde heyecanla büyüyen gülfidanının kökleri derinlere doğru uzanıyordu. Usta timde takvim planlayıcısı olarak başladığı görevinden sonra şimdi yeni bir timi olmuş, Ustasına verdiği sözü yerine getirmenin gururu içinde geliyordu. Ancak otobüste onu bekleyen tehlikeli bir örümceğin farkında değildi. Örümceğe dönüşen kimdi bilemezdi. Ne istemişti de bu planı yapmıştı hiç bilemezdi. Sinerrem’in uyumasını bekleyen siyah bir nokta gibiydi.

O sırada uzun gelincik her gün “gitmek istiyorum” demiş ve takımındakilerle birlikte şimdi gökte uçan dev albatros kuşunun kanadı altındaymış. Kars yaylarında yaşayan aşiretler aşireti bu kuşla uzun gelinciğin gideceğini çakar çakmaz bir plan yapmışlar.


      Duman Ali denen yiğit öyle bir tim hazırlamış ki, geçen sefer Aladağlar’ı inim inim inleten Pehlivan time haddini bildirecekmiş. Fakat kunduzların gelemeyişlerine o da çok üzülmüş. Pehlivan tim karşısına çıkamamış yerlerine Güney timi göndermiş.

Pehlivan tim lideri Deli Sufi’nin “insan olmadığını” Kara Usta fısıldamıştı da anlamamışlardı. Onu bebekliğinde kaçıran jaguarın 40 gün emzirdiğini nerden bilsinler. Konuşmaya başladığında doğrudan bağırınca anne jaguar; “yeter başım şişti” diyerek onu ağaçtan aşağıya atmış. Korkuyla önce dallara yapışmış sonra ağaçların kutsanmış çocuğu olarak daldan dala gezmiş.

Aladağlar baharında ağaca çıkma yarışı başlayınca durup en uzun ağacı seçen ve hızla tırmanışı ile bir karganın korkudan yüreğine indiren Deli Sufi’ye kim yetişirdi ki. Amma Duman Ali’nin büyük hazırlığını duymuşlar ve ünlerini zarara uğratmak istememişler.

Bir hafta öncesinde Aladağlar’a bir merak içinde Aybara tim gelmiş. Aybara tim içinde mert mi mert, kara yağız, bileği kayadan sert, yüreği kuş tüyünden yumuşak Kor-han diye biri varmış. İstemiş ki en iyileri göreyim, en yüksek ağaçları çıkayım, en sert odunu kırayım amma geldiğinde görmüş ki, sohbet, yemek içinde bir yerdeyim. Bir hafta erken geldiğini anlamış Aybara tim. Allahtan Dağsan diye bir fırtına kopuyormuş da hem neşesi hem enerjisi yerinde olmuş.

Kara Usta aralarından birinin içindeki ışığı görmüş. Adına Işıkvar denmiş. Yazgısını okuduğunda nerdeyse Çakmak timin aradığı veya onlara denk gelecek bir yetenekmiş.

Onları çekip getiren, Ertur isminde iki elini dört el yapan, iki ayağını takıma feda eden bir delikanlı inceden inceye hesaplar yapmış, yeni aladağ kampına katılmak için…

Ebru ismine ab-u su denir Aladağlarda. Dönüşen bir nota gibi, dökülür yüz suyundan, elmacık kemiğine dem vurur, yansır ,iyi ve güzel sesleri merak içinde yaşarmış.
Hem güçlü hem sabırlı hem kararlı hem bekleyen bir kız varmış aralarında. Uzun zaman önce bir kere daha gelmiş. Kıyamete kadar her aşk nasıl kendi hikayesinden okunuyorsa o da kendi başarı hikayesini okumak istermiş bir gün. Ne yapsa kıyısında kenarında kalırmış. Hem denir ya, tahtanın büyük sırrı, yanmasın da değil suda yüzmesindendir… Bir tahtanın bile büyük sırları varsa benim de vardır diye hikayesine giden bir geçit ararmış. Bu geçitten yüce bir yere çıkacağını düşündüğü zamanlar yakın gibiymiş. Uludil adıyla dönüşmüş Aladağlarda…


Ve Aybara’nın son kişisi Usba… akıllıca,Nefendice haliyle gelecek haftayı merak etmişse de evcimen ve uzaklara pek gitmez tavrıyla
; “ ilk ve son oldu ama ben ailemden ve yaşadığım ahaliden başkasını tanımak ne isterem, ne görmek dilerem” demiş. Aslında negatif değilmiş ama sevdiklerinin, ailesinin, komşularının tartısını kendi kalbinde yaşatırmış…

Bu sırada küçük siyah nokta olan örümcek Sinerrem’in çavdardan çalınmış yüzüne iğne batırmak üzere… Uzun gelincik Albatros kuşunun kanatlarında… Duman Ali bu sefer aç kalmamak için kendine azık çantası yapıyor… Kunduzlar ağlıyor…

Aladağlar ilk saatler…

Aladağlar’ın yamacında çam ağaçlarının yoğunlaştığı yerden bir flüt sesi duyuluyordu. Ormanın açık alanlarını kaplayan otlaklar, aralarındaki ballıbabalar, küçük karınca evleri, tepelerden incelerek kıvrılan su arklarının olduğu yamaçlarlardan iniyordu ses.

Aladağlar’a ilk gelenler bu sesin sihrini fark ettiler.. Yaşamlarında böyle bir flüt sesi hiç duymamıştı. Mutlaka bir anlamı olmalıydı. Sesin geldiği yere doğru koşuşturdular. Ormanın derinliğinde karşılarına bir oduncu çıktı. Oduncu gümüş renkli nacağı ile ağaçların kurumuş dallarını temizliyordu. Bir süre önce mola vermiş, küçük dallarla yaktığı ateşte pişen kahvesini yudumluyordu. Gözlerini kapatmıştı, duyduğu ses onu çoktan götürmüştü buralardan.

“Uyukluyor ve dinleniyor galiba, rahatsız etmeyelim” dedi içlerinden biri.

Sese karşı hemen gözlerini açınca, uyumadığını, düşlere daldığı anlaşıldı. Güneş lif gibi örülmüş yosunlu dalların arasından kırbaç gibi uzattığı ışık kümesini Oduncunun gözlerine vuruyordu ki, bir eliyle güneşi perdeledi, diğer eliyle kahve fincanına uzandı.

“Durun! Dinleyin ya da uzak durun! Başka ses dilenin!”

Sanki başka dilde konuşuyordu. Herbiri kıyıda kenarda oturdular. Hep birlikte dinlemeye başladılar. Flüt sesi sona erdiğinde oduncunun yanaklarından aşağıya ırmaklar süzülüyordu. Neler oluyor burada diye bekleşen gruba döndü;

“orada kocaman bir yaz boyunca bazı sabahlar, bazı geceler çalıyor… Aladağlar’ın sesidir bu. Bu sesin öyküsünü anlatmak isterdim ama yüreğiniz taşımaya yetmez. “

“Dinlemek isteriz. Lütfen anlatın!” diye ısrar ettiler Oduncuya.

“Madem öyle az bir şey anlatayım… Baktım ki oluyor, devam ederim…”

“Böyle sesler nedensiz duyulmaz. Bu ormanda her ses kuşları susturamazdı.” Kısa bir yudum daha çekti kahvesinden…

“Güzel bir kız yaşardı şu gördüğünüzün tepenin arkasında. Güzel kızın yüce bir babası vardı. Annesini doğarken kaybetmişti. 10 yaşına geldiğinde babası ona ormandaki, kırlardaki görünmeyen renkleri öğretti. Renkleri görünce ormanın müziğini de duyacaktı. O zaman istediği düşlere giden geçitlerin açıldığını görecekti. Bir sabah yeşil ile mavi arasında, bir renk gördü. Bir kelebeğin kanadına sürülmüştü…”

Oduncu tam devam edecekti ki, yine o melodi başladı… Sustu, gözlerini kapattı, yanaklarına ırmaklar doluştu…

Bir ara açtı gözlerini; “ bu gece ay kocaman olacak, te şuraya gelince, bekleyin beni geleceğim… “ dedi ve yine gözlerini kapattı… Sesin öyküsü için geceyi bekleyeceklerdi…

Suyun üzerini örten buz parçası gibiydi ilham. Hem güneşte parlar, etrafa kristaller saçar, eriyip suya karışırdı. Aladağlar’a yeni gelen tim oduncunun anlatacaklarını beklemek yerine sesin geldiği yöne doğru gittiler. Buldukları patika birkaç tepe sonundaki daha büyük tepenin üzerine kurulmuş bir kulübeye kadar götürdü onları. Orada kulübenin önünde yaşlı, gözleri görmeyen bir kadın oturuyordu. Kim olduklarını sorar gibi başını seslerin geldiği yöne doğru uzatmıştı. Mırıldanmaya başladı…

“Uzak ülkelere giden gözlerimin yerine de bakın ormanıma. Dahası var bu ormanda iyice açın gözlerinizi, görmemek çok acı verici. Benim gözlerim gördüklerini hatırlıyor, görmediklerine üzülmekten vazgeçti. Bana geldiğiniz şehirleri anlatın, o şehirlerde gördüğünüz renkleri anlatın. Gördüğünüz renkleri istediğiniz gibi hatırlayamazsanız, bir güz yağmuru gibi onu yıkayın, sevemeyeceğiniz görüntüler de vardır, korkmayın anlatın, renklendirin, kör olmayın! “

Yaşlı, kör kadın ile uzun bir sohbete koyuldular. Ona sordular:

“Biz buraya bir hoş bir melodinin peşinden geldik. Bir ara çalıyor, sonra duruyor. O sesin öyküsünü anlatmak istedi aşağı ormandaki Oduncu. “

“Anlatabildi mi?”

“Hayır, tam anlatıyordu ses yeniden başladı ve gece ay tee şuraya gelince beni bekleyin dedi… Gözlerini yumdu ve ıslanan yanaklarına karışıp giden bir hatıraya gizlendi.”

“Senin adın ne? “ diye sordu yaşlı kadın. Grubun arasındaki en heyecanlı konuşan kadına.

“Ahirgül”

“Senin öykün başka diyarlardan gelen tonlar taşıyor, buraya seni getiren şey, buradan giderken seni bir krallığa doğru götürecek. Senin için başlayan ulu bir yolculuk burada başlıyor. İnsan kalbiyle de gördüğü yerden başlar kızım.”

Ahirgül; “o duyduğumuz sesin öyküsünü bize anlatır mısın?” dedi.

O sırada flüt sesi yeniden başladı. Yaşlı kadın kapalı gözlerini güneşe doğru çevirdi. Öyle kapalıydı ki Oduncu gibi ıslanmadı gözleri…

Çok yakından gibi sandıkları sese doğru gittiler. Kimseciklere raslamadılar. Geri döndüler, yaşlı kadına binbir rica ile sordular, söylemedi. Geceyi beklemekten başka çere yoktu…

Aladağlar’a doğru yola çıkan gruplar ulaşmaya başlamıştı. Hiçbir Aladağlar bu denli muhteşem olmayacaktı. Bunu hiç kimse tahmin etmemişti de…

Gece çamların altında oturan oduncuyu gördüler. Dil-işan da grubunu toplamış oraya varmıştı. Elinde kamerası ile Gülebek merak içinde bekliyordu. Ahirgül yaşadıklarını onlara birkaç kez anlattığında herkes merak içinde geceyi beklemişti.

Oduncu anlatmaya başladı;

“Renkleri görünce ormanın müziğini de duyar gibi olan küçük kız düşlere açılan geçidin yerini sordu babasına. Babası ona her gün bir şey öğretiyor, ertesi gün öğrettiği şeyi unutturacak kadar coşkulu bir şey öğretiyordu. Her sabah uyandığında başucuna babasının bıraktığı sözü okurdu.

Bir sabah notta şöyle yazıyordu…

“Renkleri gören, müziği duymuyorsa, göz kulağa ihanet etmiştir. Gözünü eğit kızım!”

Kız renklere tekrar bakmak istemiş. Bir gün kırlarda koşarken, tüm kuzulardan gayri, tüm meleyişlerden ayrı bir kuzu görmüş, alnında bir iz varmış. Rengi hiç görmediği kadar beyazmış. Böyle bir beyaz var deseler, bir rüyadır, beni uyandırmayın dedirtirmiş.

Kuzuya yaklaşınca alnındaki ize, kuyruğundaki bir alaya gözü takılmış. Göz göze gelmişler. Bir renk cümbüşü geçivermiş göğün içinden. Elini uzatmış… Bir ses duymuş… Kuzunun rengini görenin duyacağı sesi duymuş…

Bir şey daha aramış… Neden bu kuzu böyle bir peri kızını andırıyor. Bir anlamı olmalı demiş. o sabah uyandığında babası ona bir not bırakmış.

O sabah notta şöyle yazıyormuş…

“Müziği duyan, anlamı bulmuyorsa, kulak, kalbe ihanet etmiştir. Kulağını eğit kızım!”

Kuzunun hikâyesini, anılarını merak etmiş, Anlamı bulmak için gözlerine dalıp gidermiş. Akşam olunca kuzu ansızın kaybolur, üzüntüyle eve gelir, sabah merakla onu gördüğü yere koşarmış. İstermiş ki, kuzu ile dost olayım, akşam olunca peşim sıra gelsin.

Bir türlü kuzu onunla gelmezmiş… Her akşam üzüntüyle evine dönermiş. O sabah ise babası ona şöyle bir not bırakmış.

Notta şöyle yazıyormuş…

“Anlamı bulan, dostunu peşinden getiremiyorsa, kalp dosta ihanet etmiştir. Kalbini eğit kızım!”

Oduncu burada durmuş, Amway kahvesinden bir yudum almış. “Bu nasıl bir şey böyle “demiş. “Buna Starbucks’da bir ton para veriyorlar. “ “Yahu şu oduncu bile anladı kaliteyi de” diye devam edecekmiş ki Duman Ali, Elif Kız bir bakış atmış. Elif Kız sarayların birinde yetişmiş kadar incelik sahibi imiş, ancak bazen sarayın melankolisi üstüne yağınca Duman Alide dolu yağarmış…

Kahvesini büyük bir hazla bitiren oduncu anlatmaya sanki baştan başlar gibi, sanki anlattıkları özel bir tanıtım gibi, sonrasına en baştan alır gibi devam etmiş…

“Bir köy varmış, bir köy yokmuş. Var köyde zenginler yaşar. Yok köyde yoksullar yaşarmış. Yoksulların arasında sürekli hayal kuran bir Çoban yaşarmış. Her iki köyün sınırlarında gözlerinden iksir damlası çıkan alnında kara izi olan bir kuzudan bu Çobanın hiç haberi olmamış. Yok köyün Çobanı neden yoksulmuş? Koyunları varmış ama hepsi başkasınınmış. Başkasının koyununu güden, başkasının sütünü sağar, başkasının bakracına yoğurt koyar, yoksul kalırmış. Çobana koyunların sahipleri 2 gümüş para ödermiş, aldığı gümüşün birini harcar, diğerini biriktirirmiş. Biriktirdikleri ile kendisine bir kuzu satın alacak olurmuş amma her mevsim koyunlardan birini Hur isimli bir kurt kaptığından biriktirdiği gümüşleri koruyamadığı koyunun sahibine vermek zorunda kalırmış.

“Ah iki kuzum olsa, onlar bir çoğalmaya başlasa, bir sürüye sahip olsam, zengin olabilirim belki” diye hayıflanır sonra zengin olunca neler neler yaparım diye hayaller kurarmış.

Ormanın içinde taze ve serin sular akan bir su gözesi varmış. Bu sudan içen insanın tüm yorgunluğu giderirmiş. Bir gün orada eğilip su içen bir kız görmüş. Onu önce bir peri kızı sanmış. Bakmış ki insan gibi kana kana su içiyor. “Kimdir, kimlerdendir, ne arar, nereye gider” öğrenmek istemiş.

Kız ona sihirli bir kuzu gördüğünü, kuzunun peşinden yolunun buraya geldiğini, nihayetinde kuzuyu kaybettiğini, yolunu da kaybettiğini anlatmış. Çoban “ben size onu bulabilirim” deyince kız çok sevinmiş.

Amma karşılığında bir şey isterim. “Ben kimsesiz ve yoksul bir Çobanım ve hiç kuzum olmadı. Ömrümü yok köyde geçirdim. Var köyde yaşamak istiyorum artık. Hep başkalarının kuzularını güttüm. Eğer o kuzuyu yakalar size getirirsem sihirli kuzu sizin olur, bana onun yerine bir dişi bir erkek kuzu verir misiniz?”

Kız “elbette” demiş. Ceylan gözlü kuzu için değil iki, on kuzu, sürü bile verilirdi. “Benim babamın sürüleri var. Babam bunu memnuniyetle kabul edecektir. İçinden istediğinizi seçip alabilirsiniz.”

“Şimdi bana şu sihirli kuzuyu bir tarif et “.

“Yünleri sütten beyaz, ağzı inciden parlak, kulakları tüyden ince, gözleri ceylandan nice, nefesi kışın sıcak, yazın serince. Ha bir de alnında kar bir iz vardır. O ize dokununca gözlerinden birer damla yaş akar, bu iksirdir. Kokusu ıtır gibi, görüntüsü yakut gibi…”

“Anladım” dedi Çoban. “Onu benden başkası bulup, yakalayamaz “ diyerek hemen yola koyulmuş… Kendisine emanet edilen sürüsünü etrafı çevrili bir çayıra götürmüş. Kapısını kapatmış. “Burda biraz beklerler, bulur alnında izi olan kuzuyu dönerim hemencecik “ demiş.

Alnında izi olan kuzuya “aynalı” derler. Çoban aynalı kuzu için her tepeyi, her vadiyi aramış, her çayırlığa gitmiş. Geriye bir tek bir dağ kalmış. O dağa hiç kimse gitmek istemişmiş. Çobana rastlayanlar onu vazgeçirmek istemişler. “Ne güzel düzenli bir işin var, akşamları bir parça ekmeğin, bir tas ayranın, yetecek aşın var. Kıştan, yağmurdan, güneşten koruyan kulüben, sorunsuz başın var. Beyhude hayaller için başına işler açacaksın. Duyduklarının hepsi hayal, o dağa sakın gitme! İnsanın başına ne gelirse böyle bir gaye yüzünden gelir. Hiç sütten beyaz kuzu mu olur? Tüyden ince kulak mı olur? Hele hele gözyaşında iksir mi olur?”

Çoban “İnsanın kalbine düştü mü bir hayal, gitmezse gayesi ölür, gider de bulamazsa kalbi ölür. Gaye ölünce, kalp ne iş görür, kalp ölse de gayesi oldukça yeniden dirilir” demiş kararından vazgeçmemiş.

Sırlı dağ nerde diye herkese sormuş. Herkes duymuş ama yerini kimsecikler bilmiyormuş. Gide gide bir ihtiyar katırcıya rastlamışlar. Katırcı o dağı sana tarif edeyim demiş. “O sabahları alaca bir kuşak gibi görünür, hem yüksekte olduğundan ala derler. Hem akşamları alaca göründüğünden ala derler. “

Sabahları çıkmış dağlara hangisi ala diye, akşamları bakmış dağlara hangisi ala görünür diye. Tarife uyan birkaç dağ arasında bir türlü karar verememiş. Katırcıyı gördüğü yere dönmüş. “Hele bana ondan biraz daha anlat. O biraz karıştı diğerleriyle” demiş. Katırcı; “ o zaman orada bulduğun şeyden bir hediye isterim“deyince.” Tamam “ demiş Çoban. “Onun yününden kırpar, katırında yük taşıman için sana sağlam bir urgan yaparım!”

O zaman söylemiş katırcı dağın sırrını;

“O güzeller güzeli Aladağlarda bir çam ağacı vardır. Kozalaklarının altında gözle görünmez, elle tutulmaz tozlar uçuşur havaya. O tozlar oraya uğrayanların kalbine yapışır. Şayet kalbinde iyilik ağır basıyorsa, o kalpte binbir renk içinde okyanuslar açılır yahut binbir nefeslik gökler kurulur. Amma kalbinde kötülük ağır basıyorsa, kalbine bir mühür vurulur, bir daha düşleyemezsin. Düşleyen insanlarla da bir araya gelemezsin. Bu yüzden kalbini kontrol et. İyilik mi ağır basıyor kötülük mü? “

“Kalbimdeki iyilik ve kötülüğü nasıl ölçeceğim” demiş.

“O dağa varınca gayeni unutursan, gönlünü başkaca şeylerle eğlersen kötülük ağır, gayeni unutmaz, gönlünü gayene ulaşarak şenlendirirsen iyilik ağırdır.”

Çoban; “gayem o dağda gönül eğlendirmekten ötedir. O tüyden ince kulakları olan kuzuyu bulup, onu söz verdiğim kıza teslim edeceğim. Karşılığında aldığım kuzulardan bir sürüm olacak, yok köyden var köye taşınacağım” demiş ve kalbinden emin olmuş.

İşte “bu olabilir dediği” bir dağa varmış. Bakmış ki kalbinde okyanuslar açılmıyor, gökler kurulmuyor, “bu değil, ötekine gideyim” demiş. Bir sabah dağların alasında, alaca dağlarda bir de ne görsün, kalbinin kıyıları mercan resifleri gibi açılıyor, kumru kanatları gibi genişliyor. Aha burasıdır diyerek Aladağlar’ı bulmuş.

Dağdan ovaya doğru bir dere akarmış ovaya ulaştığı yerde üzerinde bir değirmen kuruluymuş. Cömert bir Değirmenci ile cimri karısı gün aşırı burada buğday öğütürmüş. Kapılarına yoksul biri gelince, Değirmenci bir torba un verir, karısı gizlice arkasından koşar, unu geri alırmış. Gürül gürül akan dere, değirmenin içinden geçiyormuş. Hemen yanı başında iğde ağaçları, önünde uçsuz bucaksız bir çayırlık varmış. Çoban değirmene girmiş. Değirmenci buyur etmiş, Çoban olanı biteni anlatmış. Değirmencinin karısı “kuzuyu duyunca kim bilir ne kadar değerlidir, bu Çobana nasip olmamalı!” diye düşünmüş ve Çobanın hayalini çalmak istemiş. Kuzu hakkında sorular sormaya başlamış. Çoban ne biliyorsa anlatmış.

Değirmencinin karısı Çobana;

“Sen alt tarafı bir çobansın. Kimden aşağı olduğunu hissediyorsun ki böyle hayaller peşinde koşturuyorsun. Kim senden yukarıda ki bırakmışsın sana uygun olan işini gücünü! Kimselerin gelmediği bu dağda nasip arıyorsun. Hem olsa böyle bir şey sana mı düşer? “ demiş. Hem aşağılamış hem arayışını aşağı hissettiğine yormuş.

Çoban önce öfkelenmiş ama açıklamak istemiş. İnsanın insandan aşağı yukarı olduğunu hiç düşünmemişti. Var köydekiler aşağı değil, yoksuldu. Hem onlardan yukarı olmak için hayal kurmuyordu, Özgür bir çoban olmak istiyordu.

“Ben sadece özgür bir çoban olmak istiyorum. Bu kuzuyu bulur, onu kıza teslim edersem. Bana iki kuzu verecekler, sümbüller her açtığında çoğalırlar. Sümbüller kaybolur, papatyalar açınca yeni kuzular büyümüş olur, papatyalar kaybolur, safranlar açınca kuzular koyun olur. Yeniden sümbüller açar, yeni kuzular olur. Her sümbül açtığında kuzular artar. Yedi kez sümbül açtığında bu vadilerde ben artık özgür bir çoban olurum. Özgür bir çoban olunca, ağaçların arasına kocaman dev bir yayık kuracağım. Uğrayanlar o yayıktan doya doya ayran içecekler, bu sırlı dağın yamacına bir ev yapacağım, evlenir, eşim ve çocuklarımla her sabah çam ağaçlarının altında kalbimde okyanuslar açıldıkça, gökler gibi kuşlar kanat çırptıkça flüt çalar, ormanın tonuna eşlik ederim“ demiş.

Değirmencinin karısı dediklerinden hiçbir şey anlamıyormuş. Tekrar anlattırmış. Yüzünü öyle bir kasvetle germiş ki, “bu boş lakırdıları bırak da bana kuzuyu tarif et!” diye bağırmış…

Çoban şaşırmış. “Neden ben anlatırken sen de düşleyemiyorsun” diyecek olmuş ki hatırlamış oduncunun söylediklerini. Üzülmüş değirmencinin karısının kalbinde kötülüğün olmasına. Yazık hiç düş kuramıyor, “ne acı bir şeydir onun için kırağı vurmuş sebze gibi yaşaması” diye geçirmiş içinden.

Cömert değirmenci Çobana bir parça ekmek, biraz peynir, bir avuç zeytin getirmiş. Değirmencinin karısı “eyvah ayağım kaydı diyerek tepsiye çarpıp, suya düşürmüş.” Çoban anlamış ama bir şey dememiş. Değirmenci önce kızmış ama elinden bir şey gelmezmiş.

“Üst katta küçük bir odamız var, orada bu gece misafirimiz ol, yarın kuzuyu buluruz” demiş. Kuzuyu ele geçirmek için çobanın kalması lazım diye düşünmüş değirmencinin karısı… “ evet, evet burada kalın, sabah birlikte ararız diye yinelemiş.”

Sabah olmuş, bakmışlar ki, sütten beyaz bir kuzu nehirden su içiyor, öyle güzel karası var ki alnında, görenleri mest ediyor. Ceylan gözleriyle onlara bakıyor. Çoban yaklaşmış, elini uzatmış karasına. Bakmış ki gözlerinden bir çift yaş akıyor, bir yakuta dönüşüyor ve etrafa ıtır kokusuna benzeyen hoş kokular yayılıyor.

O sırada değirmencinin karısı getirdiği un çuvalını kuzunun başına geçirmiş.” Yakaladım işte “demiş. Çoban “aman bu sihirli bir kuzudur böyle davranmayalım “ dediyse de apar topar değirmene götürmüş.

Kuzuyu değirmende bir köşeye bağlamış. Çobanı bilerek “Bu un çuvalını al, ilerde bir yayla köyü var, orada Lor anne var, ona teslim et demiş. Çoban Lor anneye un çuvalını götürmüş. Lor anne; “biz değirmenden dün almıştık un çuvalını, bir yanlışlık olacak deyince, Çoban bu işte bir başka bir iş olduğunu anlamış, koşarak değirmene geri dönmüş.

Değirmencinin karısı o sırada kuzunun alnındaki ize dokunmuş, bakmış ki gözyaşı yok, yakut yok. Öfkelenmiş, sonra aklına bir fikir gelmiş. Şimdi bu kuzunun gözlerinde ki tüm yakutları toplayacağız ve zengin olacağız diye bağırmış.

Değirmenci kaygıyla izliyormuş.

“Tüm yakutlar gözlerinin arkasında bir yerdeler. Onları çıkarmak çok kolay”

Değirmenci; “aman neler düşünüyorsun, o ceylan gözlerden gelen yaşlardan yakut oluyor, olmaz öyle bir şey “ demiş.

Karısı dinlememiş, eline kocaman sivri uçlu bir bıçak almış, kuzunun gözlerine doğru uzatmış, kuzu eğilmiş, kafası ile karnına şiddetli bir baş darbesi vurunca, kadın değirmenin çarkına düşmüş. Suların içinde kaybolurken, kötülükleri suyu öyle bulandırmış ki, cadılar onu kendi gruplarına katmışlar… Beş cadı olmuşlar. Her birinin bir görevi varmış. Yaşam takımları diye öyle güzel bir şey duymuşlar ki onlar da bunun aynısını kötülük için kurmuşlar.

Cadılardan biri ilham kaynaklarını kurutacakmış. Ona “Kur” demişler.

Biri sürekli kafa karıştıracakmış. Ona “Kor” demişler.

Biri düş kuran kalpleri köreltecekmiş. Ona “Kör” demişler.

Biri insanlar arasında fitne çıkaramış. Ona “fit” demişler.

Değirmencinin karısına da kalplerdeki neşeyi öldürme görevini vermişler . Ona “Öl” demişler. Ama hiç ölmemiş…

Çoban ,Değirmenci ve sihirli kuzu birlikte yolculuğa çıkmışlar. Güneş, yağmur, çiçek ,ot dememiş yürümüşler, akşamları Değirmenci sırtında taşıdığı çuvaldan bir tas un almış, bir kaya ovuğunda ateş yakmış, kızaran taşın üzerinde ekmek pişirmiş, Çoban kuzudan süt sağmış, ekmeğin yanına katık yapmış. Ay büyümüş büyümüş, kocaman olmuş gözleri. O sırada gecenin örtüsünü çekip alan bir ses duymuşlar.

Bir de ne görsünler, Cadı öl süpürgesini sallıyor sağa sola. Süpürgenin başında ay ışığında parlayan bir örümcek varmış. Değirmenci örümceğin üzerindeki bir işaretten onun ev işlerine yardımcı olan oğulları olduğunu anlamış.

“Şimdi etrafı süpürme zamanı!” diye bağırmış Cadı. Değirmenci; “Oğlumuzu bak ne hale getirmişsin! Cadı Öl önce bir kahkaha atmış ve dileğini hemen söylemiş.

“Çobanın kuzuyu teslim edeceği o kızla oğlumuz evlenecek! Bu sayede kuzu bizim olacak.“ Örümceğe dönüşen oğulları Örüm bir baykuşu korkutacak kadar tıslamalı seslerle eklemiş;

“Hem kız, hem kuzu, bak bu kuzu için o kızla evlenmek isterim! He he he” diye gülmüş.

Değirmenci Çobana bakmış.

Çoban “ben kulakları tül gibi kuzuyu kıza teslim ederim. Karşılığında bana vereceği iki kuzu vardı. Onu alır işime dönerim. Gerisi sizin bileceğiniz iştir. Şimdi alnı aynalı kuzuyu isterseniz size vermem. Sözümde duracağım. Siz ondan sonra teklifinizi yaparsınız.”

Cadı kükremiş;

“Tamam, öyleyse, ancak bir şey daha Örüm için güzel şeyler söyleyeceksiniz. O süt renginde bir delikanlı olarak kızın karşısına çıkacak. Hiç kimse bir örümcek olduğunu anlamayacak. Eğer bu sır ortaya çıkarsa, etrafınızda sizi seven kim varsa örümcek onu sıracak, mor zehrini akıtacak, ısırdığı herkes size düşman olacak. “

Bir şey diyememiş Çoban ile Değirmenci. Kabullenmişler ve yollarına devam etmişler. Çoban gül ağacından bir flüt yapmış. Flüte üflediğinde tülden ince kulaklı kuzu yanından ayrılmaz, sessizce dinlermiş. O sırada gözlerinden dökülen çimenlerin arasına karışan yakutların kimse farkında olmazmış. Gözden biraz kaybolsa, Çoban hiç kimsenin daha önce duymadığı o melodiyi çalar, kuzu hemencecik gelirmiş.

Bir akşam Değirmenci ekmek pişiriyor, çoban süt sağıyordu, akşam kızıllığında güneş “azcık daha kalayım” derken bir dağ keçisi sokulmuş yanlarına. Dağ keçisi o kadar çok hareketliymiş gibi hem neşelenmişler hem etrafı dağıtacak diye endişelenmişler.


Yaşam Takımları™ sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Bir Cevap Yazın

1 Yorum
Beğenilenler
En Yeniler Eskiler
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
Ebru Özkılınç
2 yıl önce

Aladağ Masalları 4 bölümde birbirinden guzeldi. Kaleminize yüreğinize sağlık.🙏

1
0
Düşüncelerinizi merak ediyoruz, lütfen yorum yapın.x