Aladağ Kış Masalı-7 (Aralık 2022) - Yaşam Takımları™

Aladağ Kış Masalı-7 (Aralık 2022)

Yaşam Takımları Logo
Yaşam Takımları
Postponed-Summer
Loading
/

7. Zaman / Gökyüzü Akarsuları

            Ayın gövdesini gök kayanın arkasına sakladı. Güneş kırağıların çıt çıtları arasında yayıldı. Gökyüzünde etrafa ışıklar saçarak ağır ağır yüzen bir ada vardı. Adanın üzerinde birkaç palmiye arasında hamakta yatan Tuva’yı gördüler.

            Veda günüdür. Tuva aşağıya indi. Adasını Aladağ gölüne kurdu.

          Çok uzaklarda güneşin sararttığı ovaların birinde, toprağın insan yüzüyle yansıdığı o yerde bir düş savaşçısı yaşardı. Onu insan kılan acılarını teker teker yazmaya başladı. Hakkında kızıl fermanlar yazan büyük gagalı karganın onu hapsettiği mağarayı ve bir yığın acıyla oradan çıkışını yazdı. Bir defter acılarıyla doldu. Bir başka defter aldı. Düşlerini yazmaya koyuldu. Masalların içinden bir masal seçti. Aladağ masallarını seçti. Bilge olmaya çalışan bir bulut olarak girdi masala. Uzaktan bakınca gökyüzünde kara bir bulut yakından su içinde bir kalp ve keskin bir zihin. Takımının yağmura öyle bir ihtiyacı varmış ki kendisini buluta dönüştürmek istemiş. Onun adına Karesis derler

         Karesis takımına hem yağar hem gürlerken Aladağlarda gölün üzerinde konaklayan Tuva da yazdıkça yazıyordu. Sağ bileğinde bir uyuşma oldu Tuva’nın. Kara taşın kütlesi azalmıştı iyice. Son sayfayı açtı. Oraya öyle bir şey yazdı ki, okuyan bir iksir içmiş gibi hiç bilmediği bir sırrı bulacakmış. Sabah olunca gölün üzerine kurduğu adası ile havalandı, hamağına uzandı çam ağaçlarının arasından doğuya doğru uçtu. Gölün küçük şimdi gölün üzerinde başını kaldırmış Tuva’nın gidişini küçücük balıkgözleriyle izliyordu.

            Karesis takımı da uzaktan izleyenlerdenmiş. Gel gelelim hiç de öyle kolay olmamış uzaktan izlemek. Bir şey olmuş onlara. Karar verilen eşikleri geçmişler. Büyük bakışlı yolculuğa gözü dikmişler ve yedi ağaçtan liderlik ağacına talip olmuşlar. Karesis için temel şey “sadakatmiş” Takıma sadakat için savaşçı ruhunu kuşanmış ve veda gününü izlemiş.

           Cadı fit ve arkadaşları dargalar eski değirmende toplandıkları bir anda eski değirmeni yıkmışlar. O kızıl sakallı uzun başlıklı koruyucular değirmen oluğunda sıkışıp kalmışlar. Her bir cadı bir takımın arasına katılmış. Kimin kalbine ves ves denilen tozdan ekelesek diye düşünmüşler. Ve üflemişler avuçlarına… Avuçlarından bir toz bulutu kalkmış, birilerinin alnına, birilerinin eline, birilerinin de kalbine konmuş.

            Aladağlara Derin kıyının takımında tazelik çoğalmıştı. Düşleri kayadan sert, yürekleri kuş tüyünden yumuşak bir takımdılar. İstemişler ki en iyiler takımızda olsun. En zorlu yolları biz geçelim.  En çok da kulakları tüyden ince sihirli kuzunun sahibi olmak istemişler. Onlar düşler ağacına talip olmuşlar.

          Çok az insan iki alemi aynı anda yaşayabilenmiş.  Düşler aleminin verildiği insanlar birer birer yaşam takımlarına geliyormuş. Ah kalbinden ses alamayanlar, uçsuz bucaksız boşlukta dolaşanlar onlar düşler alemini kaybettiklerinden göremez olmuşlar yaşananları, duyamaz olmuşlar Tüyden ince kulaklı kuzuya çalınan duduk sesini duymaz, yazıları anlamaz olmuşlar


Aladağlar kapısından bir isim ile girebilirsin. Bu isim ancak seninle yaşayan bir yazgıdan gelir. Ve ismin Tuva’nın karataşı ile yazılır. Aysüren yaşam takımlarında yolculuğa başlamakta kararsız kalmış. İçinde küçük bir umut ışığı yanmış. Bilmek istedikleri varmış hala. Bir de yaz masalını merak etmiş. Orada doğabilirmiş yaşam takımları yolculuğu.

          Hem sevgi dolu hem sabırlı hem kararlı hem bekleyen bir çift varmış yeniler arasında. Kıyamete kadar her sevgi nasıl kendi kaleminden işaretliyse onlarda kendi başarı hikayesini okumak istermiş bir gün. Kıyısında kenarında kalmak istemezlermiş. Hem denir ya, tahtanın büyük sırrı, yanmasın da değil suda yüzmesindendir… Bir tahtanın bile büyük sırları varsa benim de vardır diye hikayesine giden bir mesaj aramışlar… Yeni Sezgiler ismini verdi Gunnamış.
            Kahvaltı sona ermek üzereydi ki Aladağların kuzey yamacında çam ağaçlarının çocuklaştığı yerden bir duduk sesi duyuluyordu. Ormanın açık alanlarını kaplayan otlaklar, aralarındaki ballıbabalar, küçük karınca evlerinden, tepelerden incelerek kıvrılan su arklarını izleyerek geliyordu melodisi.

          Gelenlerin yenileri, eskilerin yenilenenleri bu seste bir sihir var dediler. Yaşamlarında böyle bir sesi hiç duymamışlardı. Bir anlamı olacak kadar sırlanmıştı.  Sesin geldiği yere doğru koşuşturdular. Ormanın derinliğinde karşılarına bir oduncu çıktı. Oduncu gümüş renkli nacağı ile ağaçların kurumuş dallarını temizliyordu. Bir süre önce mola vermiş, küçük dallarla yaktığı ateşte pişen kahvesini yudumluyordu. Gözlerini kapatmıştı, duyduğu ses onu çoktan götürmüştü buralardan.

 “Uyuyor galiba, rahatsız etmeyelim” dedi yenilerden Ayşe’ni.

Sese karşı hemen gözlerini açınca, uyumadığı, bir hatıraya daldığı anlaşıldı. Güneş lif gibi örülmüş yosunlu dalların arasından kırbaç gibi uzattığı ışık kümesini oduncunun gözlerine vuruyordu ki, bir eliyle güneşi perdeledi, diğer eliyle kahve fincanına uzandı.

“Durun! Dinleyin ya da tamamen uzak durun! Başka bir ses dilenin!”

Başka dilde konuşur gibi, başka bir varlığa ulaşmış gibiydi oduncu. Hep birlikte dinlemeye başladılar. Melodi sona erdiğinde oduncunun yanaklarından aşağıya küçük kaçamak taneler inmişti.  “Neler oluyor burada” diye bekleşen gruba döndü
“Orada, kocaman bir yaz boyunca ve kışların güneşinde bazı sabahlarda ve bazı geceler çalıyor… Aladağların sesidir bu. Bu sesin öyküsünü anlatmak isterdim ama zihniniz taşımaya yeter mi bilemedim. “

“Dinlemek isteriz. Lütfen anlatın!” diye ısrar ettiler oduncuya.

“Madem öyle az bir şey anlatayım… Baktım ki taşıyan var, devam ederim…” dedi.

“Böyle sesler nedensiz duyulmaz. Bu ormanda kuşları lal eden ses öyle sıradan zamanlarda olmaz.” Ufacık bir yudum aldı kahvesinden.


“Güzel sözlü bir kız yaşardı şu gördüğünüzün tepenin arkasında. O kızın bilge bir babası vardı. Annesini doğarken kaybetmişti. 10 yaşına geldiğinde babası ona ormandaki, kırlardaki görünmeyen renkleri öğretti.”

Herkese görünmeyen renkleri görünce ormanın müziğini de duyacaktı. O zaman düşlerine açılan geçitleri görecekti. Bir sabah yeşil ile mavi arasında, bir renk gördü. Bir kelebeğin kanadına sürülmüştü.”

Oduncu tam devam edecekti ki, yine o melodi başladı… Sustu, gözlerini kapattı, yanaklarına yine inceden inceye bir ırmak yürüdü…Dinleyenlerden biri ırmağın kenarında ıslandı.

Bana büyük bir düş getirin ki size gerisini anlatayım dedi…

Suyun üzerini örten buz parçası gibiydi ilham. Güneşte parlar, etrafa kristaller saçar, eriyip suya karışırdı. Aladağlara yeni gelenler oduncunun anlatacaklarını beklemek yerine sesin geldiği yöne doğru gittiler. Buldukları patika birkaç tepe sonundaki daha büyük tepenin üzerine kurulmuş bir kulübeye kadar götürdü onları. Orada kulübenin önünde yaşlı, gözleri görmeyen bir kadın oturuyordu. Kim olduklarını sorar gibi başını seslerin geldiği yöne doğru uzatmıştı. Mırıldanmaya başladı…

“Uzak ülkelere giden gözlerimin yerine de bakın ormanıma. Dahası var bu ormanda iyice açın gözlerinizi, bir kez görene görmemek acı verir, hiç görmemiş olana büyük bir kayıptır bilmez. Bana geldiğiniz şehirleri anlatın, o şehirlerde gördüğünüz renkleri anlatın. Gördüğünüz renkleri istediğiniz gibi hatırlayamazsanız, bir güz yağmuru gibi onu yıkayın, sevemeyeceğiniz görüntüler de vardır, korkmayın anlatın, renklendirin, kör olmayın!

Yaşlı kör kadın ile sohbetin bir kıyısında ona sordular…

“Biz buraya bir hoş bir melodinin peşinden geldik. Bir ara çalıyor, sonra duruyor. O sesin öyküsünü anlatmak istedi aşağıdaki ormandaki oduncu.”

“Anlatabildi mi?”

“Hayır, tam anlatıyordu ses yeniden başladı ve bana büyük bir düş getirin ki devamını anlatayım dedi… Gözlerini yumdu ve ıslanan yanaklarına karışıp giden bir hatıraya gizlendi.”

“Senin adın ne? “Diye sordu yaşlı kadın. Grubun arasındaki eskilerden birine.

“Ahlatiye”

“Senin öykün başka diyarlardan gelen tonlar taşıyor, buraya seni getiren şey, buradan giderken seni bir krallığa doğru götürüyor. Senin için başlayan ulu bir yolculuk burada başlamış. İnsan kalbiyle de gördüğü yerden başlar kızım.”

Ahlatiye sisli zamanlar geçirmişti. Hem yorgundu hem belirsiz bir heyecan taşıyordu. “O duyduğumuz sesin öyküsünü bize anlatır mısın?” dedi.


O sırada duduk sesi yeniden başladı. Yaşlı kadın kapalı gözlerini güneşe doğru çevirdi. Öyle kapalıydı ki bir ırmak aksa görünmezdi.

Çok yakında diye düşündükleri sese doğru gittiler. Kimseciklere rastlamadılar. Geri döndüler, yaşlı kadına yalvardılar söylemedi. Büyük bir düş getirmekten başka çare yoktu.

Kimin grubunda büyük bir düş var diye sordular. Herkes kendi düşlerine baktı. Hangisi büyük nerden bileceklerdi. Yer Huy hatırlattı. Düşler Yürüyüşü bize büyük bir düşü verebilir. Ve hep birlikte düşler yürüyüşüne çıktılar.

Düşler yürüyüşüne birer birer düşlerde katıldı.  Aralarından büyük düşleri ayırmalıydılar. Lir ’in aklına bir fikir geldi. Büyük bir düş buldum dedi. Ona baktılar. Hani şu değirmenci var ya “Onun sözünü ettiği sihirli kuzuyu görmek bence büyük bir düş olmalı!” Düşündükçe haklı buldular. Haklı buldukça heyecanlandılar.

Oduncuya gidip büyük düşü anlattılar. Bu düş gerçekten çok büyük dedi ve anlatmaya başladı.

Renkleri görünce ormanın müziğini de duyar gibi olan küçük kız düşlere açılan geçidin yerini sordu babasına. Babası ona her gün bir şey öğretiyor, ertesi gün öğrettiği şeyi unutturacak kadar tutkulu başka bir şey öğretiyordu. Her sabah uyandığında başucuna babasının bıraktığı sözü okurdu.

Oduncu hikayesine başladığında yıldızlar arasından bir yıldız saklandığı yerden başını çıkarmış, gökyüzünde taş sektiriyordu… Gölün küçük balığı dahil Aladağlar bu hikâyeyi dinliyordu.

Bir sabah notta şöyle yazıyordu…
“Renkleri gören, müziği duymuyorsa, göz kulağa yaban kalmıştır. Gözünü eğit kızım!”

Kız renklere tekrar bakmak istemiş. Bir gün kırlarda koşarken, tüm kuzulardan gayri, tüm meleyişlerden ayrı bir kuzu görmüş, alnında bir iz varmış. Rengi hiç görmediği kadar beyazmış. Böyle bir beyaz var deseler, bir rüyadır, beni uyandırmayın dedirtirmiş.

Kuzuya yaklaşınca alnındaki ize, kuyruğundaki bir ala renge takılmış gözleri. Göz göze gelmişler. Bir renk cümbüşü geçivermiş göğün içinden. Elini uzatmış… Bir ses duymuş… Kuzunun rengini görenin duyacağı sesi duymuş…

Bir şey daha aramış… Neden bu kuzu böyle bir peri kızını andırıyor. Bir anlamı olmalı demiş. O sabah uyandığında babası ona bir not bırakmış.

O sabah notta şöyle yazıyormuş…
“Müziği duyan, anlamı bulmuyorsa, kulak, kalbe yaban kalmıştır. Kulağını eğit kızım!”

Kuzunun hikâyesini, anılarını merak etmiş, Anlamı bulmak için gözlerine dalıp gidermiş. Akşam olunca kuzu ansızın kaybolur, üzüntüyle eve gelir, sabah merakla onu gördüğü yere koşarmış. İstermiş ki, kuzu ile dost olayım, akşam olunca peşim sıra gelsin.

Bir türlü kuzu onunla gelmezmiş… Her akşam üzüntüyle evine dönermiş. O sabah ise babası ona şöyle bir not bırakmış.

 


Anlamı bulan, dostunu peşinden getiremiyorsa, kalp dostluğa yaban kalmıştır. Kalbini eğit kızım!”

Oduncu burada durmuş, kendisine ikram edilen Amway kahvesinden bir yudum almış. Bu nasıl bir şey böyle demiş. Buna Starbucks da bir ton para veriyorlar demiş Yer Huy. “Yahu şu oduncu bile anladı kaliteyi de” diye devam edecekmiş ki,

Kahvesini büyük bir hazla bitiren oduncu anlatmaya sanki baştan başlar gibi, sonrasına en baştan alır gibi devam etmiş…

 

Bir köy varmış, bir köy yokmuş. Var köyde zenginler yaşar. Yok köyde yoksullar yaşarmış. Yoksulların arasında sürekli hayal kuran bir çoban yaşarmış. Her iki köyün sınırlarında gözlerinden iksir damlası çıkan alnında kara izi olan bir kuzudan bu çobanın hiç haberi olmamış. Yok köyün çobanı neden yoksulmuş? Koyunları varmış ama hepsi başkasınınmış. Başkasının koyununu güden, başkasının sütünü sağar, başkasının bakracına yoğurt koyar, yoksul kalırmış. Çobana koyunların sahipleri 2 gümüş para ödermiş, aldığı gümüşün birini harcar, diğerini biriktirirmiş. Biriktirdikleri ile kendisine bir kuzu satın alacak olurmuş amma her mevsim koyunlardan birini Hur isimli bir kurt kaptığından biriktirdiği gümüşleri koruyamadığı koyunun sahibine vermek zorunda kalırmış.

“Ah iki kuzum olsa, onlar bir çoğalmaya başlasa, bir sürüye sahip olsam, zengin olabilirim belki” diye hayıflanır sonra zengin olunca neler neler yaparım diye sevinçli düşler kurarmış.

Ormanın içinde taze ve serin sular akan bir su gözesi varmış. Bu sudan içen insanın tüm yorgunluğu giderirmiş. Bir gün orada eğilip su içen bir kız görmüş. Onu önce bir peri kızı sanmış. Bakmış ki insan gibi kana kana su içiyor. “Kimdir, kimlerdendir, ne arar, nereye gider” öğrenmek istemiş.

Kız ona sihirli bir kuzu gördüğünü, kuzunun peşinden yolunun buraya geldiğini, nihayetinde kuzuyu kaybettiğini, yolunu da kaybettiğini anlatmış. Çoban “ben size onu bulabilirim” deyince kız çok sevinmiş.

Amma karşılığında bir şey isterim. “Ben kimsesiz ve yoksul bir çobanım ve hiç kuzum olmadı. Ömrümü yok köyde geçirdim. Var köyde yaşamak istiyorum artık. Hep başkalarının kuzularını güttüm. Eğer o kuzuyu yakalar size getirirsem sihirli kuzu sizin olur, bana onun yerine bir dişi bir erkek kuzu verir misiniz?”

Kız “elbette” demiş. Ceylan gözlü kuzu için değil iki on kuzu, hatta sürü bile veririz. “Benim babamın sürüleri var. Babam bunu memnuniyetle kabul edecektir. İçinden istediklerinizi seçip alabilirsiniz. ” Şimdi bana şu sihirli kuzuyu bir tarif et.

“Yünleri sütten beyaz, ağzı inciden parlak, kulakları tüyden ince, gözleri ceylandan nice, nefesi kışın sıcak, yazın serince. Ha bir de alnında kar bir iz vardır. O ize dokununca gözlerinden birer damla yaş akar, bu iksirdir. Kokusu ıtır gibi, görüntüsü yakut gibi…”

“Anladım” dedi Çoban. “Onu benden başkası bulup yakalayamaz” diyerek yola koyulmuş… Kendisine emanet edilen sürüsünü etrafı çevrili bir çayıra bırakmış. Kapısını kapatmış. Burada epey çayır büyümüş ben gelene kadar idare ederler, alnında izi olan kuzuyu bulur, dönerim hemencecik demiş.


Alnında izi olan kuzuya “aynalı” derler. Çoban aynalı kuzu için her tepeyi, her vadiyi aramış, her çayırlığa gitmiş. Geriye bir tek bir dağ kalmış. O dağa hiç kimse gitmek istemezmiş. Çobana rastlayanlar onu vazgeçirmek istemişler. “Ne güzel düzenli bir işin var, akşamları bir parça ekmeğin, bir tas ayranın, karnını doyuran hazır aşın var. Kıştan, yağmurdan, güneşten koruyan kulüben, sorunsuz başın var. Beyhude hayaller için başına işler açacaksın. Duyduklarının hepsi bir zihin bulutu, estikçe rüzgâr onu değiştirir. Hem o dağ tehlikeli. Sakın gitme! İnsanın başına ne gelirse düzenini bırakıp başka bir gayeye yürümekten gelir. Hiç sütten beyaz kuzu mu olur? Tüyden ince kulak mı olur? Hele hele gözyaşından iksir mi olur?”
Çoban “İnsanın kalbine düştü mü bir hayal, gitmezse gayesi yara alır, gider de bulamazsa kalbi yaralanır. Kalp yara alsada gayesi oldukça yeniden iyileşir” demiş kararından vazgeçmemiş.

Aramadığı tek dağına sırlı dağmış. Sırlı dağ nerede diye her önüne gelene sormuş. Herkes duymuş ama kimsecikler yerini bilmiyormuş. Gide gide bir ihtiyar katırcıya rastlamış.  Katırcı o dağı sana tarih edeyim. “O sabahları alaca bir kuşak gibi görünür, hem yüksekte olduğundan ala derler. Hem akşamları alaca göründüğünden ala derler.”

Sabahları çıkmış dağlara hangisine ala düşer, akşamları bakmış hangisine ala çalar. Al kırmızıdan beride, koyusundan geride, açığından kenarda bir renk imiş. Ala düşünce bütüne, ala çalarsa bir parçasına yansıyan demekmiş.

 Tarife uyan birkaç dağ arasında bir türlü karar verememiş. Katırcıyı gördüğü yere dönmüş. “Hele bana ondan biraz daha anlat. O biraz karıştı diğerleriyle” demiş. Katırcı o zaman orada bulduğun şeyden bir hediye isterim. “Deyince. Tamam demiş çoban. “Onun yününden kırpar, katırında yük taşıman için sana sağlam bir urgan yaparım!”

O zaman söylemiş katırcı dağın sırrını;

“O güzeller güzeli dağda bir çam ağacı vardır. Ona eğri efsunlu çam derler. Yedi ağaçtan biridir. Kozalaklarının altında gözle görünmez, elle tutulmaz tozlar uçuşur havaya. O tozlar oraya uğrayanların kalbine yapışır. Şayet kalbinde iyilik ağır basıyorsa, o kalpte binbir renk içinde okyanuslar açılır yahut binbir nefeslik gökler kurulur. Amma kalbinde kötülük ağır basıyorsa, kalbine bir mühür vurulur, bir daha düşleyemezsin. Düşleyen insanlarla da bir araya gelemezsin. Bu yüzden kalbini kontrol et. İyilik mi ağır basıyor kötülük mü?

“Kalbimdeki iyilik ve kötülüğün hangisi daha ağır bunu nasıl ölçeceğim.” demiş.

“O dağa varınca nedenini unutursan, gönlünü başkaca şeylerle eğlersen kötülük ağır, nedenini unutmaz, nedenlerini koruyabiliyorsan hala iyilik ağırdır.”

Çoban “Gayem o dağda gönül eğlendirmekten ötedir. O tüyden ince kulakları olan kuzuyu bulup, onu söz verdiğim kıza teslim edeceğim. Karşılığında aldığım kuzulardan bir sürüm olacak, yok köyden var köye taşınacağım.” Demiş ve kalbinden emin olmuş.

İşte “bu olabilir dediği” bir dağa varmış. Bakmış ki kalbinde okyanuslar açılmıyor, gökler kurulmuyor, “bu değil, ötekine gideyim” demiş. Bir sabah dağların alasında, alaca dağlarda bir de ne görsün, kalbinin kıyıları mercan resifleri gibi açılıyor, kumru kanatları gibi genişliyor. Aha burasıdır diyerek Aladağları bulmuş.


Dağdan ovaya doğru bir dere akarmış ovaya ulaştığı yerde üzerinde bir değirmen kuruluymuş. Cömert bir değirmenci ile cimri karısı gün aşırı burada buğday öğütürmüş.  Kapılarına yoksul biri gelince, değirmenci bir torba un verir, karısı gizlice arkasından koşar, unu geri alırmış.  Gürül gürül akan dere, değirmenin içinden geçiyormuş… Hemen yanı başında iğde ağaçları, önünde uçsuz bucaksız bir çayırlık varmış. Çoban değirmene girmiş. Değirmenci buyur etmiş, çoban olanı biteni anlatmış. Değirmencinin karısı “kuzuyu duyunca kim bilir ne kadar değerlidir, bu bizim olmalı!”, diye düşünmüş ve çobanın hayalini çalmak istemiş. Kuzu hakkında sorular sormaya başlamış.” Çoban ne biliyorsa anlatmış.

Değirmencinin karısı çobana;

“Sen alt tarafı bir çobansın. Kimlerle yarışıyorsun ki böyle hayaller peşinde koşturuyorsun. Bırakmışsın sana uygun olan işini gücünü! Kimselerin gelmediği bu dağda nasip arıyorsun. Hem olsa böyle bir şey sana mı düşer? Demiş. Hem aşağılamış hem vazgeçirmek istemiş. 

 Çoban önce öfkelenmiş ama açıklamak istemiş. İnsanın hayalinin kendisine büyük veya küçük olduğunu hiç düşünmemişti. Var köydekilerden aşağı değil, yoksuldu. Hem onlardan yukarı olmak için hayal kurmuyordu, Özgür bir çoban olmak istiyordu.

“Ben sadece özgür bir çoban olmak istiyorum. Bu kuzuyu bulur, onu kıza teslim edersem. Bana 2 kuzu verecekler,  sümbüller her açtığında çoğalırlar. Sümbüller kaybolur, papatyalar açınca yeni kuzular büyümüş olur, papatyalar kaybolur, safranlar açınca kuzular koyun olur. Yeniden sümbüller açar, yeni kuzular olur. Her sümbül açtığında kuzular artar. Yedi kez sümbül açtığında bu vadilerde ben artık özgür bir çoban olurum. Özgür bir çoban olunca, ağaçların arasına dev bir yayık kuracağım. Uğrayanlar o yayıktan doya doya ayran içecekler, bu sırlı dağın yamacına evler yapacağım, oraya gelenler düşlerken sevinir, sevinirken bulaştırır, belki de bu sır bu dağdan yeryüzüne yayılır. Her sabah çam ağaçlarının altında kalbimde okyanuslar açıldıkça, gökler gibi kuşlar kanat çırptıkça duduk çalar, ormanın tonuna eşlik ederim. “Demiş.

Değirmencinin karısı dediklerinden hiçbir şey anlamıyormuş. Tekrar anlattırmış. Yüzünde öyle bir kasvetle germiş ki, “bu boş lakırdıları bırak da bana kuzuyu tarif et! diye bağırmış…

Çoban şaşırmış. “Neden ben anlatırken sen de düşleyemiyorsun” diyecek olmuş ki hatırlamış oduncunun söylediklerini. Üzülmüş değirmencinin karısının kalbinde kötülüğün olmasına. Yazık hiç düş kuramıyor, “ne acı bir şeydir onun için kırağı vurmuş patlıcan gibi yaşaması.” Diye geçirmiş içinden.

Cömert değirmenci çobana bir parça ekmek, biraz peynir, bir avuç zeytin getirmiş. Değirmencinin karısı “eyvah ayağım kaydı diyerek tepsiye çarpıp, suya düşürmüş.” Çoban anlamış ama bir şey dememiş. Değirmenci önce kızmış ama elinden bir şey gelmezmiş.

“Üst katta küçük bir odamız var, orada bu gece misafirimiz ol, yarın kuzuyu buluruz” demiş değirmenci.  Kuzuyu ele geçirmek için çobanın kalması lazım diye düşünmüş olacak ki   “ evet,  evet burada kalın, sabah birlikte ararız diye eklemiş değirmencinin karısı.

Sabah olmuş, bakmışlar ki, sütten beyaz bir kuzu nehirden su içiyor, Öyle güzel karası var ki alnında, görenleri mest ediyor. Ceylandan emanet alınmış gözleriyle onlara bakıyor. Çoban yaklaşmış, elini uzatmış karasına. Bakmış ki gözlerinden bir çift yaş akıyor, bir yakuta dönüşüyor ve etrafa ıtır kokusuna benzeyen hoş kokular yayılıyor.

O sırada değirmencinin karısı getirdiği un çuvalını kuzunun başına geçirmiş. Yakaladım işte demiş. Çoban “aman bu sihirli bir kuzudur böyle davranmayalım dediyse de apar topar değirmene götürmüş.

Kuzuyu değirmende bir köşeye bağlamış. Çobana “Bu un çuvalını al, ilerde bir yayla köyü var, orada Lor anne var, ondan kuzular için lapa iste! Çoban Lor anneye un çuvalını götürmüş. Lor anne “Bizde kuzu lapası hiç olmaz ki.. bir yanlışlık olacak deyince, çoban bu işte bir başka bir iş olduğunu anlamış, koşarak değirmene geri dönmüş.

 

Değirmencinin karısı o sırada kuzunun alnındaki ize dokunmuş, bakmış ki gözyaşı yok, yakut yok. Öfkelenmiş, sonra aklına bir fikir gelmiş. Şimdi bu kuzunun gözlerinde ki tüm yakutları toplayacağız ve zengin olacağız diye bağırmış.

Değirmenci kaygıyla izliyormuş.

“Tüm yakutlar gözlerinin arkasında bir yerdeler. Onları çıkarmak çok kolay”

Değirmenci “aman neler düşünüyorsun, o ceylan gözlerden gelen yaşlardan ancak yakut oluyor” demiş.

Karısı eline kocaman sivri uçlu bir bıçak almış, kuzunun gözlerine doğru uzatmış, değirmenci yerinden fırlamış, ama yetişememiş.  Kuzu eğilmiş, kafası ile karnına şiddetli bir baş darbesi vurunca, kadın değirmenin çarkına düşmüş. Suların içinde kaybolurken, kötülükleri suyu öyle bulandırmış ki, cadılar onu kendi gruplarına katmışlar. Yedinci cadı değirmencinin karısı olmuş. Her bir cadının bir görevi varmış. Yaşam takımları diye öyle güzel bir şey duymuşlar ki onlar da kötülük takımlarını kurmuşlar.

Değirmencinin karısı cadı Fit olunca her gün Müge Anlı izlemiş. Instagram da kocaman kafasını paylaşarak adına selfi demiş. Kocası değirmenci ile aşkitom hayatım canım yaprakları paylaşarak “mutlu çift” tiyatroları yapmaktan eksik olmamış. Elbette bilenler bilirmiş ki, aşkın ve sevginin derin hisleri sadece sahibi ile paylaşılır.

Sürekli yediğini içtiğini keyfini insanlara ilan etmek istermiş. Bunları yaptıkça takipçileri artar, gerçekte bağları azalırmış.


Çoban değirmenci ve sihirli kuzu birlikte yolculuğa çıkmışlar. Güneş yağmur çiçek ot dememiş yürümüşler, akşamları değirmenci sırtında taşıdığı çuvaldan bir tas un almış, bir kaya ovuğunda ateş yakmış, kızaran taşın üzerinde ekmek pişirmiş, çoban kuzudan süt sağmış, ekmeğin yanına katık yapmış. Ay büyümüş büyümüş, kocaman olmuş gözleri. O sırada gecenin örtüsünü çekip alan bir ses duymuşlar.
O melodi çobanın nefesinden yayılmıştı ki…

Bir de ne görsünler, Cadı fit süpürgesini sallıyor sağa sola. Süpürgenin başında ay ışığında parlayan bir örümcek varmış. Değirmenci örümceğin üzerindeki bir işaretten onun ev işlerine yardımcı olan oğulları olduğunu anlamış.

“Şimdi etrafı süpürme zamanı!” Diye bağırmış Cadı. Değirmenci. “Oğlumuzu bak ne hale getirmişsin! Cadı Fit önce bir kahkaha atmış ve dileğini hemen söylemiş.

“Çobanın kuzuyu teslim edeceği o kızla oğlumuz evlenecek! Bu sayede kuzu bizim olacak.“ Örümceğe dönüşen oğulları Örüm bir baykuşu korkutacak kadar tıslamalı seslerle eklemiş;

“Hem kız, hem kuzu, bak bu kuzu için o kızla evlenmek isterim! He he he” diye gülmüş.

Değirmenci çobana bakmış.

Çoban “ben kulakları tüyden ince gibi kuzuyu kıza teslim ederim. Karşılığında bana vereceği iki kuzu vardı. Onu alır işime dönerim. Gerisi sizin bileceğiniz iştir. Şimdi alnı aynalı kuzuyu isterseniz size vermem. Sözümde duracağım. Siz ondan sonra teklifinizi yaparsınız.”

Cadı kükremiş;

“Tamam, öyleyse, ancak bir şey daha Örüm için güzel şeyler söyleyeceksiniz. O süt renginde bir delikanlı olarak kızın karşısına çıkacak. Hiç kimse bir örümcek olduğunu anlamayacak. Eğer bu sır ortaya çıkarsa, etrafınızda sizi seven kim varsa örümcek onu sıracak, mor zehrini akıtacak, ısırdığı herkes size düşman olacak. “

Kabullenmişler ve yollarına devam etmişler. Çoban gül ağacından bir duduk yapmış. Duduğa üflediğinde tüyden ince kulaklı kuzu yanından ayrılmaz, sessizce dinlermiş. O sırada gözlerinden dökülen çimenlerin arasına karışan yakutların kimse farkında olmazmış. Gözden biraz kaybolsa, çoban hiç kimsenin daha önce duymadığı o melodiyi çalar, kuzu hemencecik gelirmiş.

Bir akşam değirmenci ekmek pişiriyor, çoban süt sağıyordu, akşam kızıllığında güneş  “azcık daha kalayım” derken bir adam sokulmuş yanlarına. Adam  o kadar çok hareketliymiş gibi hem neşelenmişler hem etrafı dağıtacak diye endişelenmişler.


Adı Kış Isırganıymış… Aladağlara ilk gelişinde sormuş kara ustaya. “Hâçen herkes bir isme dönüşür ben niye dönüşmedim” diye. Sen ikinci gelişinde dönüşürsün demiş. “Ahan da bende dönüştüm. Ula ba bir kafadar olsun, tüm bayırları atlaya zıplaya çıkarum da “

“Bizden ne istersin” dedi çoban.

“Habu kuzuyu verin benim time, daha birşey istemem!”

Ama hemen eklemiş, “Bir şeycik daha…”

“Ha bu çalan duduğu de alayum. Ben de çalayum bizim time, ayrulmasunlar bir tarafa”

Başka bir şey iste demiş Çoban..
“e o zaman en iyi mentor olayım habu yaşam takımlaruna şef olayum demiş”

Demiş ki çoban “bu duduk, suların, meşenin, çamların, kırların konuştuklarını anlatabiliyor.”

“Ula bu nasi oliii?”

“Aladağların sesini dinle, duyduğunu üfle!”
Bizim havalardan da çalar mı bu duduk …
Elbet… başlamış çalmaya…kış ısırganı da söylemiş türküsünü..

Üflemiş üflemesine de hiç de beklediği o ses çıkmamış.

Kış Isırganı “ne biçem şey bu, ben üfleyince düdük gibi, çoban üfleyince duduk gibi… Eyi de ben bu sesle nasi zaptedecem takimimu al gavalını istemem demiş.

Bu gaval değil demişlerse de “ya nedir da” diye savurmuş çimene… 

“Ha bu kuzuyu alayım da, gideyim takimuma” demiş.

 

“Olmaz bu kuzu var köyde yaşayan bir kızındır. Onun adına koruyoruz. Ona teslim edeceğim.” Demiş.

Kış Isırganı kuzuyu da istemekten vazgeçmişti ki aklına bir soru geldi… Çoban nasıl çalabiliyordu böyle… Çoban anlatmaya başlamış.

Bir sabah kuzunun alnındaki ize dokundum, gözlerinde birer damla düştü, tam yakuta dönüyorlar ki, tuttum duduğun üzerine sürdüm. Bir sabah üflediğimde parmaklarımı hiç oynatmamıştım ki, kendiliğinden bir melodi çalmaya başladı.

“Anladım ki arılar konuşuyor, çiçekler konuşuyor, orman cümbüş içinde, aladağlar nağmeleniyor”

Bak iyi dinle sen de duyacaksın konuşmalarını ormanın.

 

Sanki Kış Isırganı azıcık duyar gibi olmuş. Niye tam duyamıyorum diye hayıflanınca

O zaman çoban demiş ki;

“Demek ki çiçeklerin ağaçların kuşların sesini bozan bir ses var duyduğun.”

Düşünmüş Kış Isırganı… Hatırlamış o sesleri… Üzülmüş de geçen yıllarına. “Şimdiden sonra açılsın kulaklarım, yükselsin ormanın, kuşların, arıların sesleri… Duyayım anlayayım ve ben de üfleyince bu melodiye, benim de kuzucuklarım neşeyle koştursun” demiş.

Çoban üflemişduduğa… Bir de ne görsün kuzucuk havalara sıçrıyor, aşkla seğirtiyor. Koşarak bir ormanın içinde bir aralıktan içeri dalmış. Eyvahlar olsun gitti diye arkasından koşmuşlar. Bir de ne duysunlar. Çobandan daha güzel ses veren bir duduk sesi

Bir çimenlikte kuzunun bir kıza sarıldığını görmüşler…Kız elideki duduk ile kuzunun tüyden ince kulağına üflemiş…


“Gelenleri görünce bu kuzu, benim on yaşından beri dostumdur… yıllardır dostumu arıyordum.”

Çoban bakmış ki, kendisinden kuzuyu isteyen kız… Çok sevinmiş. Değirmencinin Karısı Olan Cadı Fit tıslayan bir sesle çıkıvermiş. Oğlu örüm de peşinde…

Oğlum seninle evlenirse, örüm örüm mutluluklar sizin olacak ya da size büyük bir yalnızlık bırakacağım, boynunuzda ömür boyu asılı duracak.

Örüm “anne kuzuyu alalım, kızı alalım, sonra kuzuyu yiyelim, kızı salalım” diye fısıldıyormuş…

Kız tamam demiş… Ancak bir şartım var.

Oğlunuz bu duduğa üflesin. Eğer kuzum sizi severse, size doğru gelir dinlerse, onunla evleneceğim demiş.

Çoban ve değirmenci olanları izliyormuş. Kış Isırganı “ula ezeyim kafasını da kurtulalım ha bu böcekten” dese de durdurmuş onu kız.

Örüm çalmaya başlamış. Duduk inim inim acı çekmiş. Kuzu ince kulaklarını rüzgâr uçurur gibi kaçmış ordan.

Çoban ey gök gözlü kız “ ben de çalabilir miyim” demiş.

Başlamış üflemeye…

Kuzu bu sesi duyunca gelmiş. Kız da kendi duduğuna üflemiş. Kuzu aralarında kalmış. Bir kıza doğru gitmiş. Bir çobana doğru gitmiş. Bakmışlar ki yoruluyor kuzucuk. Yaklaşmışlar birbirlerine… Değirmenci durun daha nikâh kıyılmadı demiş. Varmışlar köylerine, kırk gün kırk gece Amway makarnası yenmiş, Kış ısırganı nikâhlarını kıymış. Şahitleri değirmenci ve katırcı olmuş…

 

İşte çocuklar demiş oduncu… o sesin öyküsü böyle başladı ama böyle bitmedi.

Nasıl bitti demişler.

Bunlar olurken, zamanın biraz gerisinde örüm uzaklarda mentor okulunda uyuyan bir mentorun gözünün altına iğnesini batırmış. Artık o mentor cadıların tesiri altına girmiş ve hiç farkında olmamış. Gözüne inen perdeyi hava değişikliği sanmış. Örüm yavaşça çantasına girmiş. Birlikte Aladağlara doğru yol almışlar.

Aladağlar da bir çeşme vardı. Âşıklar Çeşmesidir adı. Bir öyküyü çeşmede son bulmasından mı, başlamasından mı bilemeyiz. Öyküyü bilen birkaç insandan birinin gözleri görmeyen yaşlı bir kadın olduğunu söylerler. Bir diğeri de yeni mentor olacak biri imiş ki ona da anlatan Gunnamıştır.

Nerden duydular bilinmez ama bu çeşmeden su içmeden geçenlerden biri de Nir ve Lir imiş. Aşıklar çeşmesinin öyküsünü duymuş Gruplarını da yaklaştırmazmış o çeşmeye. Çeşmeden en son uyarılara rağmen her seferinde su içen Kunduz, her kamp aşık olmuş. Hem esiri olmuş hem aşkın hep talibi olmuş. Gunnamış hatırlatmış


“Su içerken, üçüncü yudumda gördüğün siluetin esiri olur, yedinci yudumda siluetini gördüğün kişinin yazgısı altında kalırsın.”

Aşıklar çeşmesinin sırrı böyle yazılmış. Bilenler bu çeşmede önlemini alırmış. Hir ne zaman bu çeşmede durup suya eğilse, üçüncü yudumu almadan önce bir kunduz çıkıverirmiş ormandan.

Bir gün yedinci yuduma gelen Karesesisin kocası bir kurbağa görmüş. Amanın gitti gocam diye çeşmeyi az kalsın yıkacakmış.

Bir tek gunnamış rahatça içermiş. O her yudumda kekik silüeti görürmüş…

Aşıklar çeşmesinin hikayesini anlatılırken yaşam takımlarına hızla alışan, kolay kaynaşan Yazrat da geçmiş çeşmenin başına.

Örüm hemen harekete geçmiş. Suyun içine dalmış. Dönüşmeden önceki yüzünü yedinci yudumda göstermiş. Yazrat o an örümün sözlerinin kara büyüsüne kapılmış.
“İnsanlarla uğraşmak istemiyorum. “ Gibi örüm örüm konuşmaya başlamış içinde bir şey.

 

Örüm “bu çeşmeden geri dön Yazrat!” demiş. Zaten bu iş zor bir de yeniden heveslenme şimdi. Yavaş yavaş soğu. Hem yavaş yavaş zehrim yerleşsin.
 “Aladağ masallarını son kez merak etmiştim ama.”

“Bırak Aladağları, haydi gel benim masallarımı dinle!” diyerek onu ikna etmiş. Zehir ilhamdan daha çabuk yayılırmış.

Örümün bilmediği bir şey varmış. İnsan kalbinde iki yazgı vardır. Biri zehirle, biri ıtırlı kalemle yazılır. Itır yaprakları kuruyup, taşların üzerine düşer. Üzerinden yedi kış, yedi bahar geçer. Sonuncu bahardan sonra gelen yaz, taş kararır, bir o kadar ıtırlanır, o taş artık bir kalemdir. Adı da karataştır. Bu taşla yazanın kalbinde bir eksiklik varsa yazılan silinirmiş. Bu yazgının bir de bilgesi varmış. Adı Tuva…

Tuva’nın yazdıkları olduğu gibi kalır, kendinden başkası silemezmiş. Zehirle yazılan üzerine Tuva’nın yazacağı bir düş zehrin panzehir olurmuş.

“O kalbe bir düş yazın, bir zehri ancak bir düş temizler” demiş Lef ve Tuva ile bir akşam yemeğinde buluşmuş. Lef böyle sihirli buluşmalar yapar, gözlerden ırak durur, cadılardan çok uzakta yaşar her şeye hallolur, he hı diye teskin eyler ve tedavi edermiş insanları.

Tuva köse sakalını sıvazladı. Uzun uzun düşündü. “Bilir misin bir kalbe bir düş yazabilmek için kalbin düş defteri bana açık olmalı.”

Her kalbin bir düş defteri varmış. Bu düş defterini en iyi bilen düşleri öğreten düşlerin ustasıymış. “Düşlerin ustası eserinden bana yitik sayfayı getirin, o sayfa okuyanın kalbine yeni bir sayfa açar ve o sıra da bende açılan sayfaya bir düş yazabilirim. “

Düşlerin ustası eserini saklayan, koruyan bir takım vardı. Sayfayı da kitabı da kaybetmişlerdi, aradılar taradılar bulamadılar.  Yitik sayfanın başka bir anlamı olabilir diye düşünen Nir düşlerin ustasının hayatını yazan kara ustaya gitti. Yazılmış sayfalardan biri ise hangisi? Yazılmamış ise artık o sayfayı da yazar mısın? Dedi.


“O sayfa yitik” dedi kara usta. Başka da bir şey demedi. Bir sır gibi kaldı arayışları. Gökyüzü akarsuları zamanında oluyordu bunlar hep. O veda gününde.

Akıl kalbin bağrına uzandı, dinlenmeye çekildi.

Kalp düşlerin sandalında kürek çekiyor şimdi.

 Yıldızlardan istediğin yıldızı seçebilirsin.

Ağaç ağaca kalır gibi

Orman kuşlara açılır gibi

İnsan insana kaldığında,

Maskeler düşüp, saf yürekli çocuklar içimizden koşup yükseldiğinde

Kor üstünde üçüncü kahveler piştiğinde

Çam ağacında baykuş ailesi birbirine sokulduğunda

Gece kelebeği, Gül Bilge’nin omzuna düştüğünde

Yağmur yürekli mentor geldiğinde

İşte o yitik sayfa okunacaktır…dedi kara usta…

 

“Yağmur Yürekli Mentor kimdi ne zaman gelirdi bilmezmiş kimse.

İnsanın bu gidişleri bu vedaları hiç yaşamak istemiyordu. Aladağlar nasıl cennet hislerine kavuşmuştu.

“Yine geldi o mutlu insanlar, yine geldi dünyanın en huzurlu insanları, yine getirdiler ellerinde tutkuları, ayaklarında unuttukları anıları…” diye şarkı söyleyen incir kuşlarının da şarkıları değişmişti.

Veda gününde toplanandılar.  Program akışında bazı bölümler üzerinde nükteler uçuştu… Aysüren adında bir kadın öyle neşelenmişti ki, neşesinden küçük balık hayretler içinde şakalarını izliyordu…

Bu yaşanan en güzel vedaydı.  Kar başlamıştı. Beyaz Ova hüzünle bakıyordu beyazlaşan ufka. Ufkun arkasına.

Pey Baba’nın bir ara gözleri doldu. Hir yakaladı o gözleri. “Neden beni anlamıyor çevrem” diye başını öne eğdi. Neden bunca güzel şeyi fark etmiyorlar. Onu görenlerden biri de Gunnamıştı.  Bir hikâye anlattı ona. Yaşadığı negatifleri nasıl yendiğini, nasıl savaşı kazandığını… Sildi gözündeki nemi, geriye kozalaklardan düşen bir tohum kaldı. Üzerine bir uğur böceği kondu. Gülümsediler karşılılıkla…

Bozyak dedi ki;

“Bir gün başardığımızı görecekler ve biz kazanacağız.”

“Zaten en güzeli farklılıkları yaşatabilmek değil mi” dedi Afro… renklerin atasıydı o.

“Böyle giderse Aladağlar hisler ve sanat festivaline dönüşecek… “dedi Melayviz

“Zaten Aladağlarda dönüşen her şey sanat değil mi? Sizler, sincaplar, kuşlar, baykuş, bayan kuş, sincaplar, değirmenci, çoban, kuzu, örüm, kartallar ve kelebekler, arı ve kedi derken

Eyvah dedi Kar Lapası.

Bingülüş ve Mirice kaldılar kedi ve arı olarak bilinmeyen bir yerlerde…


Aladağın her şeye rağmen bir kederi vardı. Rüya bir yerde tükenir, ağır bir hava ormandan çeker bizi, atar şehirlerimize… ve dönüş… ancak bu takım buna da bir çare bulmuştu.

Kalplerini alabildiklerine açtıkları aladağın hislerini, seslerini, renklerini ve rüzgarını oraya bir anı defterinin arasına gizlediler ve dilediklerinde açıp soludular…

Dönüş yolunda sanki sihirli canlar onları izliyor gibiydi… Tuva defterini kara ustaya gösterdiğine hiç pişman olmamıştı. Kör yaşlı kadın, eşi çobanı kaybedeli uzun yıllar olmuş, hala o sesin büyüsü ile anılarını çağırıyordu… Oduncu o sesi duyunca durduğunda çobanın aslında cadıları durduran bir üveyk kuşuna dönüştüğünü biliyordu. Aladağlar geride kalmıştı, Aladağlar masalı ise çok ileri gitmişti…

Hey bakın diye bağırdı Onkur, Yanında İri Alone, Vefalı Aslan vardı. Şaşkın bedenlerinden uzanan kolları ile kuzey ormanında bir tepeyi işaret ediyorlardı.

İşaret edilen tepede kulakları tüyden ince kuzu kuzu başını göğe kaldırmış onları izliyordu. Hemen yanında Aladağın ala geyiği.

Yer Huy sevinçle ona doğru koştu.

Arkasından diğerleri de.

Varınca bir de ne görsünler

Bir kedi ile bir arı da yanlarında oturuyor.

Kuzu kedinin başına bir damla göz yaşı düşürdü. Arının kanatlarına ala geyik karnından bir misk sürdü.

Tekrar Bingülüş ile Mirice aralarına dönmüştü.

Sevinçler çığlıklar meraklar ilhamlar deneyimler ve muhteşem liderlikler ve derken özgürce esen bir rüzgar ve bir anlam; bilgelik kıvam almıştı.

Melayviz arkadaşı ilk kez gelen arkadaşı Gök Uğultusuna baktı. Onda da bir hüzün ve tatlı bir bekleyiş vardı. Artık yaşam takımlarına gönlünü açan biri daha vardı.

Beyaz Ova Melayviz ve Gök uğultusu Kar lapasına sarıldılar, ardından Yer Huya ve Bingülüşe… Gitmek hüzünlü olsa da bir sevinç vardı, gelmek kaleme alınmıştı.

Ahlatiye ve Balkır yeniden ve  daha çok sevinç damlası topladılar. Yazratın gelmeyeceğini nasıl da bilmişti Tuva! Çünkü cadı fit çoktan zehirlemişti ama bir düş bir gün o zehri temizleyecekti.

Rasemir Kunduz Yarkaf Çatpo ve o takımın en güzel rengi Afro başarmışlardı. Bu başarıda Hermessenin büyük bir katkısı olmuştu. Bozyak’ın dokunuşları Derin kıyının fikirleri Hir’in göz nurları da eklenince hele ki Ramaşın gurme sanatları ve o Aktan Yabgu’nun enfes ziyafetleri eklenince, Armenin yeni çaymenliği ile de soğuklar ısıtılınca epey bir fark olmuştu hani

Deli Kav Gün Dilge Ay Süren birlikte bir karar verdiler. Tez zamanda ortak bir düşe başlayacaklar düşe yazacaklar bir düşten kocaman pay alacaklardı.

Nir ve Lir birlikte var mısın artık yeni bir takımız olsun dediler. Aralarına gelen yeni bir çift ile bir mayıs aladağında kutlanacaklarına dair bir fısıltı işittiler düş kartalından…

Cadılar mı?

Onlar düşlerin olduğu yerde yaşayamazdı ki ve hiçbir cadı bir düş ölmeden kazanamazdı ki…

Gökten yedi gümüş düştü… Biri Kartal takımına Biri Kraliçelere, biri Şura takımına, biri Şahinlere biri Amazonlara, biri Erciyes’e biri de Pehlivanlara düştü.

< 6. Zaman. Yıldız Düşleri

Abone Ol
Bildir
0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
0
Düşüncelerinizi merak ediyoruz, lütfen yorum yapın.x